Sunday, May 6, 2007

Camadamlar - Radikal - 06 May. 07






Cam bardakların üzerinde ‘kırılgan’ bir yolculuk

İlyas Odman yeni koreografisi Camadımlar’da cam bardaklar üzerinde iki bedenin hayatta kalma çabasını bedenin enerjisi üzerinden minimal bir anlatımda sundu.

Aylin Kalem

Camadımlar.intro Beden-ek çağdaş sahnelemeler kapsamında garajistanbul’da sergilenen, koreografisini İlyas Odman’ın, dramaturjisini Evren Erbatur’un yaptığı bir çalışma. Sahnede koreografın Çağlar Yiğitoğulları ile birlikte var olduğu, çağdaş dansın performans sanatına göz kırptığı bir iş.

Oyun, yerde iki ayrı öbek halinde baş aşağı dizilmiş kırk, elli kadar cam bardakla başlıyor. Oyuncuların dikkatle bardakların üzerine çıkmalarıyla birlikte gerilimin ve riskin dayattığı başka bir gerçekliğe giriliyor, izleyicinin de bu gerçekliğe girebilmesine zaman tanınıyor. Önce bu cam bardaklar üzerinde durabilme ve onlarla mekanda ilerleme becerisini gösteren bu bedenleri seyrettirse de çok geçmeden bu iş, göstermekten ziyade çabalama anına odaklı olduğunu farkettiriyor. Bu salt beceri seyretme halinden sıyrılındığında oyunun kendi gerçekliği ortaya çıkmaya başlıyor ve cam bardakların üzerinde bedenlerin ne yaptıkları, ne gibi formlar aldıkları veya ne kadar dans edebildikleri geride kalıyor. Bundan sonra, bedenlerin sahnede yarattığı enerji bellekteki pek çok imge ve düşünceyi harekete geçiriyor. Hayatta kalabilme, kendi alanını oluşturma ve bir şeylere tutunabilmeye dair kırılganlık ve çabalama hallerini hatırlatıyor.

Oyuncular kimi zaman bardakların üzerinde kimi zaman da onlarla birlikte ilerliyorlar. Arada bir durup geriye bakma anları, geride bırakılmış bardaklarla kurulan bellek, bu sürecin izleri... Kimi zaman bardakları dizip üzerine uzanıyorlar, yatmaya çalışıyorlar ve ‘durmak’ seçeneğini kullanmak arzusu vurgulanıyor ama bu seçeneğin asla var olamayacağı kırılgan durumlar hep yineleniyor. Kendine adacıklar oluşturma ama bir türlü yerleşememe, rahatlayamama halleri...

Bu rahatlayamama halleri izleyiciyi de içine çekiyor. Sahnede cam bardakların oluşturduğu ‘gerçeklik’ ve oyuncuların bunlarla kurduğu ilişkiyle doğan ‘yabancılaşma’yla seyirci kendisine dönüyor. 40 dakika boyunca yüreğiniz rahat edemiyor. Sürekliliğini koruyan hata yapma riski, dengeyi sağlayamama ve bardağı kırma tehlikesi... Bu da gerilimin en son ana kadar, hatta ışıkların kararmasıyla oyunun bitişinden sonra -yani ‘dikizleme’ halininin dışında-, seyircinin kendi gerçekliğine döndüğünde de devam ettiğini hissettiriyor. İnsanlığın buluştuğu ortak kaygı: Hayatta kalmak, kimlik bulmak, mekan edinmek, birliktelikler oluşturmak, birşeyler yapmak, sürdürebilmek, vs...

Bedenlerin birbirleriyle buluştukları anlar onları bu kırılgan durumdan kurtarmıyor. Tam tersine durumlarını birbirleri için daha da riskli konumlara taşıyorlar. Kimi zaman satranç taşlarını dizer gibi mekanını oluşturup karşısına geçip oyununu kurarken kimi zaman da ötekinin mekanını taciz etme, sataşma, körükleme ve ne olacağını izleme halleriyle karşılaşıyorsunuz. Bir anda bardakların yerde yuvarlandığı, birbirlerine teğet geçtiği ve kimi zaman da birbirlerine çarptığı hatta aralarından bazılarının kırıldığı anları izleterek ve şimdi ne olacak sorusunu sordurarak ‘hayat devam ediyor’ demekten öteye gitmeyen çaresizliği yeniden yaşatıyor.

Müziğin bu çalışmaya dramatik bir alt yapı sunmasına karşın zaman zaman kesilmesi ve cam bardakların yerde sürtülmeleriyle çıkan kuru ve iç gıcıklayan ses, aynı durumu iki farklı gerçeklikte sunuyor. Müziğin varlığı sahnedeki aksiyonu beden formlarının ve enerjilerinin bir dansı gibi seyrettirirken, kesilmesi ise durumun acı gerçekliğini ortaya çıkarıyor.


Siyah bir pantalonun dışında bedenin çıplaklığının sergilendiği bu oyunda dansçılar baştan sona güçlü bir varlık sergiliyor. Kimi zaman yüzdeki mimiklere izin vermek, yapmamak ama durum bunu doğurduğunda da gizlememek bu çalışmayı gerçekçi ve samimi kılıyor. İlyas Odman ve Çağlar Yiğitoğulları bu noktada karşıt ve birbirini tamamlayan bir estetik ortaya koyuyor. Bardakların üzerinde iki farklı kişilik algılanıyor. Biri bu durumla kendi halinde daha içe dönük bir biçimde baş etmeye çalışırken diğeri nispeten arayan, etrafında olup bitenleri gözlemlemeye çalışan dışa dönük bir kişilik sunuyor.

Cam bardakların bedenin uzantısına dönüştüğü bu ortamda bedenler sürekli bir denge arayışı içinde gerginlik ve gerilimi yansıtıyor. Çoğunlukla bu çabalamada sahnede varlıklarını yalnız olarak sürdüren dansçılar biraraya geldiklerinde kimi zaman birbirlerini çekerek, kimi zaman iterek, kimi zaman da birbirlerinin üzerine çıkarak birlikte olmanın durumu daha da riskli ve kırılgan kıldığı bir ilişki sergiliyorlar. Ama vazgeçmiyorlar. Oyunun sonunda bardakların üzerindeyken üst bedenlerinin arasında sıkıştırdıkları bardak düşüp kırılsa da yeni bir tanesini yerleştirerek bu çabalama halinin bit(e)meyeceği gerçekliğini bir kez daha hatırlatıyorlar.

Oyun genelinde minimal bir estetik sergiliyor. Malzeme ve onunla kurulan ilişki yalın bir düzlemde. Böylelikle, izleyici bu yalınlığın içinde bedenin enerjisine odaklanabiliyor. Oyunun sağlam alt yapısı ve üzerinde duran belirsizlik, karasızlık anlarıysa bu çalışmanın farklı şekillerde okunabilmesini mümkün kılıyor. Zira oyunun beslendiği popüler ‘dikizleme’, taciz etme kültürü ve teknolojinin gitgide insanları ‘uzantı’laştırdığı gerçeği izleyiciyi içine çekiveriyor.

Camadımlar bizi bıçak sırtında, çıkışı olmayan, etkisini üzerinizden hemen atamayacağınız bir yolculuğa sürüklüyor...

Bu gösteri geliştirilmiş haliyle Camadamlar olarak 7, 8, 14 ve 15 Mayıs’ta garajistanbul’da yeniden sahnelenecek.

Şafak Uysal ve "kayıp çocuklar şehri" - TimeOut Istanbul - May. 07

şehr’ü evlad’üz-ziyan
nam-ı diger : kayıp çocuklar şehri


Laboratuar biraz eleştirel, biraz psikolojik, biraz kavramsal bir çağdaş dans çalışmasıyla yine garajistanbul’da...


Aylin Kalem

2007 çağdaş dansa hayırlı geldi. Garajistanbul’un açılmasıyla İstanbul’un ‘bağımsız’ olarak üreten dansçı ve koreografları biraraya toplanıp peşpeşe gösterilerini sunmaya başladılar. Mayıs sonunda sezon bitse de Garajistanbul bu kez Çıplak Ayaklar Kumpanyası’ndan Mihran Tomasyan liderliğinde düzenlenecek bir çağdaş dans festivali’ne ev sahipliği yapacak. Bu festivalle ilgili kapsamlı bilgiye gelecek sayıda ulaşabileceksiniz. Ancak festivalin açılış gösterisi şehr’ü evlad’üz-ziyan bu ayın 30’unda sergileniyor. Adına kanıp Osmanlı’dan kalma geleneksel bir raks gösterisi zannetmeyin. Diğer adıyla kayıp çocuklar şehri güncelliğini koruyan bir olguya değiniyor. Laboratuar bugünün gündemiyle, seksen sonrası kuşağın olgunlaşıp bugüne dek olan sürecini derinlemesine irdelediği, bu çocukluk travmasını tanımlamaya başladığı, sorular sorduğu ve bundan kurtulup dönüşmeyi önerdiği bir yaklaşım sunuyor. Bunu da adeta bir “Ankara Güzellemesi” olarak nitelendiriyorlar. Zira Laboratuar her ne kadar artık İstanbul’da üretmeye başladıysa da Ankara çıkışlı bir grup. Hiçbir elemanı Ankaralı olmayan ama eğitimleri nedeniyle bu şehirde biraraya gelen ve durumlarını ortak noktaları Ankara üzerinden sorunsallaştıran bir grup. Bu grubu ilginç kılan bir başka etmen de üretmeye öncelikle entelektüel çalışmayla başlamaları çünkü aslında üyelerinin neredeyse hiçbiri dansçı olarak yetişmemiş, üniversite yıllarında dansla haşır neşir olmuş ve akademik çalışmalarıyla sahneyi beslemeye çalışmışlar. Laboratuar’ın kurucusu ve lokomotifi Şafak Uysal’la kayıp çocuklar şehri üzerine konuştuk.

kayıp çocuklar şehri’nin süreci nasıl başladı?
kayıp çocuklar şehri aslında Laboratuar’ın kuruluşunun altında yatan bir iş. 2003’te bizi biraraya getirdi. Ortak gündemimizin ne olduğunu saptamaya çalışıyorduk. Hepimizin paylaştığı Ankara’ya özgü durumlar vardı. Gündemimizi kuran durumun ne olduğunu sorguladık. Bunu ilk önce uzun bir kavramsal çalışmanın başlangıcı gibi düşündük ve oralarda çıkan temaların karşılık bulduğu örneklere yöneldik. Delicesine kitap okuma ve film seyretme süreci başladı. Elif Şafak’ın Mahrem’ini, Orhan Pamuk’un Kara Kitap, Beyaz Kale ve Yeni Hayat’ını, Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü’sünü, Jonathan Coe’nun Uyku Evi’ni okuduk. Özellikle bir uyku laboratuarını konu alan bu son kitaptaki uyku ve rüya temaları oyunumuzun kurgusunu oluşturuyor. Eserin neredeyse tüm kurgusu uyku döngülerinin matematiksel yapısına dayanıyor. Kurmaya çalıştığımız deneyimin rotasını oluşturuyor. “Kayıp Çocuklar Şehri” filminin kendisi de rüya ve çocukluk temaları üzerinden çalışan masalsı bir dile sahip bir film. Bu filmin bize sunduğu ‘kayıplık,’ ‘çocukluk’ ve ‘şehir’ kavramlarına ayrı ayrı baktık. Bu ön çalışma aslında Laboratuar’ın genel anlamda estetik anlayışını ve vizyonunu kurgulamamıza neden oldu. Ve bu noktada bu eser üzerine çalışmaya ara verip Laboratuar’ı oluşturmaya yöneldik.

Eserin temasını oluşturan seksen kuşağı kavramıyla nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Hepimiz seksen kuşağı çocuklarıyız. Yetiştiriliş biçimlerimizde, kişiliklerimize nasıl yansıdığına dair bir profil çiziyoruz. Bu dönemde ailelerin çocuklarına karşı aşırı korumacı yaklaşımlarıyla gelen naiflik derecesinde bir idealizm var bu kuşakta. Ama bu idealizmi hayata geçirecek donatıdan yoksunluk da var. Bu süreç seksenlerde başladı ve bitmedi hatta daha radikal boyutlara taşındı. Bu kuşağın tepkisel olarak siyasetle ilgili bariyer kurduğu bir ilişkisi var. Ankara örneğinde ise bir taraftan müthiş bir düzen var, bir taraftan ise karınca yuvası gibi sürekli akan ve dönüşen bir trafiği. Bu öyle bir şey ki artık elini koyduğun yerde parmak izin kalmamaya başlıyor. Sürekli başka bir şeye dönüşüyor. Tutunduğun deneyim parçaları artık yerlerinde durmuyor ve çoğu zaman bunun farkına bile varılmıyor. Bu durum elbette İstanbul’da da benzer, ama yine de İstanbul tarihi bir şehir olduğundan değişmeyen şeyler de var. Ankara’da ise durum radikal düzeyde. Tutunacağınız bir şey yok, kendinize deneyimler cetveli oluşturamıyorsunuz. Laboratuar olarak her birimiz bu duruma dair deneyimler tarif ediyoruz. Ama yine de eserde, Ankara’yı bu deneyim yoksunluğunun sebebi gibi görmek değil, bu durumla yüzleşmeyi amaçlıyoruz. Bu kuşağın daha varoluşsal bir kayıp ve deneyim yoksunluğundan bahsetmek için Ankara sadece bir saha oluşturuyor. Mimarlık tarihi hocalarımızdan birinin söylediği bir şey vardı. “Ankara bir düşler kenti” der, “düşlerle donattığı için, düşleri gerçekleştirdiği için değil, Ankara’da düş kurmadan yaşayamazsın da ondan”. Laboratuar bile bizim için bunun ürünü. Bu deneyimsizliğin dışına çıkmak adına beraberce attığımız politik bir adım. Bu kuşağa ait saf çocukluk ve deneyimsizlik hali, aksi durumda var olabilecek kısıtlamalardan da yoksunuz aynı zamanda. Bunu bir kudret olarak görüyoruz. Yakınmayı bıraktığımız noktada, eğer sahip olduğumuz buysa, buradan çıkabilecek siyaset nasıl bir siyaset olurdu sorusunu soruyoruz. Bu durumun götürdüklerini zaten biliyoruz, bize ne kazandırıyor?

Eserde kurmaya çalıştığınız deneyimi biraz açar mısın?
Tam da bu noktada ve bütün bunlardan sonra, eserin bir anlatı üzerine kurulmasındansa seyirciye bir deneyim yaşatması gerektiğine ikna olduk. İzleyiciye bu kayıplık ve yoksunluk durumunu yaşatmak ve bu kaybın bize kazandırabileceği şeyleri uyarmak. Örneğin eserde eldeki görsel verileri sıfıra indirip seyirciyi hayal etmeye teşvik ettiğimiz bir bölüm var. Kazanç ihtimallerini tetiklemek adına psikolojide bulunan imgelem tekniklerini araştırdık.

Bu bağlamda eserde katartik bir arınma söz konusu olabilir mi?
Bu kelimeden biraz çekiniyorum çünkü seyirciye özdeşleştirme sunmayı amaçlamıyoruz, daha çok deneyimleyebileceği bir ortam, çevre oluşturmaya çalışıyoruz. Sahne koşulları dahilinde seyirciyi katılımcı pozisyonuna sokmak istiyoruz. Katartik anlamda tutulan birşeyin kapılarını açma kaygımız var, ama seyirciyi katartik bir boyuta taşıyacağımızı söylemek şu anda çok iddialı olur.

Öyleyse bir yerleştirme anlayışından bahsedebiliriz.
Evet böyle bir eğilim var. Bu yüzden geçen sene CRR’deki temsilden mekansal anlamda memnun kalmamıştım. Eserdeki modernite teması ve buna karşılık gelen beyaz duvar metaforunu işleyememiştik. Garajistanbul’daki sunumumuzda ise yerleştirme yaklaşımıyla, seyircinin kendi çalışma ve deneyimleme ortamını yaratmak adına mekanda değişikliğe gideceğiz. Ankara’nın bir türlü iz bırakamadığınız beyaz duvarını izleyiciye de aktarmak istiyoruz.

Ekipten bahsedecek olursak...
Şu an sahnede toplamda 10 kişilik bir ‘ensemble’ var. Kavramsal çerçeveyi ise benim de içinde bulunduğum tamamen başka bir ekip hazırladı. Benimle birlikte Çağla Gülol, Ersan Ocak, Özgür Özakın, Umut Şumnu, Mehmet Ali Üzelgün var. İlk aşamada eserle ilgili metinler ürettik. Bunlara oyunun broşüründe de yer vereceğiz. Ben rejiyi ve koreografik tasarımı yapıyorum. Dansçıların yaratıya katılımı ise bu kavramsal çerçeve içinde birbirimize aktardığımız deneyimler yoluyla oluştu. Kavramsal çerçeve ekibi aynı zamanda ses, video ve kostüm yaratımında da görev alarak kurgulanma aşamasına da katıldılar.
Bu eseri geçen yıl CRR’de izlemiş seyircilere ne söyleyebiliriz?
Karanlık bir dünyanın anlatısı üzerine kurulu bir oyun vardı orada. Burada ise deneyime dayalı daha coşkun bir yaklaşım var. CRR’de kullandığımız malzemelerden bazılarını kullanıyoruz, ama yine de başka bir eser çıkıyor ortaya.

{şehr’ü evlad’üz-ziyan: kayıp çocuklar şehri}
Garajistanbul
30 Mayıs, 20:00
Reji ve Koreografik Tasarım: Şafak Uysal
Kavramsal Çerçeve: Şafak Uysal, Çağla Gülol, Ersan Ocak, Özgür Özakın, Umut Şumnu, Mehmet Ali Üzelgün
Set & Işık Tasarımı: Kerem Çetinel, Şafak Uysal
Ses & Müzik: Doğuş Bitecik
Kostüm Tasarımı: Fulya Tekin, Çağla Gülol, Gonca Gülol
Video: Ersan Ocak, Mehmet Ali Üzelgün, Önder Sevimli, Doğuş Bitecik
Grafik Tasarım: Güneş Özkal
Yaratıcı & Sahneleyenler: Çağla Gülol, Çağlar Yiğitoğulları, Emre Çelik, Fulya Tekin, Gence Armağan, Güneş Özkal, Şafak Uysal, Umut Ergezen