Monday, September 8, 2008

a series of events on "bodies & technologies" 15-25 September Istanbul




boDig 08

ara-yüz(süz)
A series of events on “Bodies & Technologies”
“Bedenler ve Teknolojiler” üzerine bir dizi etkinlik
within the frame of Absent Interfaces Lab Project
Absent Interfaces Lab Projesi kapsamında
partners: boDig (Istanbul), cdu (Zagreb), l’animal a l’esquena (Girona-Celrà)
ortaklar: boDig (Istanbul), cdu (Zagreb), l’animal a l’esquena (Girona-Celrà)
with the collaboration of Istanbul Bilgi University – Performing Arts Track
İstanbul Bilgi Üniversitesi - Sahne Sanatları Alanı işbirliğiyle
15-25 September
15-25 Eylül
Istanbul
http://www.bodig.org/

Sunday, August 10, 2008

Call for Installations




Call for Installations

boDig 08 – “ara-yüz(süz)”

Istanbul, 15-25 September 2008


Multidisciplinary artistic creation platform boDig is organizing a series of events called “boDig 08” on “bodies & technologies” within the frame of the International Project “Absent Interfaces Lab”. The partners include L'animal a l'esquena (Celrà/Girona) http://www.lanimal.org/ and Centre for Drama Art (Zagreb) http://www.cdu.hr/

boDig 08 includes stage performances, installations, artists’ labs, workshops, public meetings and club events around live arts and new media technologies. boDig focuses on innovative and experimental works without restricting the medium, and this year encourages the applying artists to approach the theme of “absent interfaces” in their installation works. The deadline for artists to apply with their installation works is August 15th. The selection committee will give priority to artworks that use an intellectual and critical approach to the embodiment of current technologies. For more info and application form: boDig 08 Application

Selection Committee
Dr. Bernhard Serexhe (Head Curator, ZKM- Media Museum)
Philippe Baudelot (Multimedia Consultant)
Defne Ayas (Curator, PERFORMA)
Derya Demir (Art On Stage)
Aylin Kalem (boDig)

About boDig
boDig is an Istanbul based contemporary arts association founded in 2007, focusing mainly on the issues of the body in contemporary arts and digital culture. Its artistic understanding has a multidisciplinary scope, bringing a variety of fields together, like dance, performance, visual arts, design, architecture, new media, engineering and medicine, in order to bring forth a reflection and artistic creation around the issues of the body in its contemporary and technological context. www.bodig.org/
Enstalasyon İşleri için Çağrı

boDig 08 – “ara-yüz(süz)”

İstanbul, 15-25 Eylül 2008


Disiplinlerarası sanatsal yaratım platformu boDig, Uluslararası “Absent Interfaces Lab” projesi çerçevesinde ‘beden ve teknoloji’ üzerine boDig 08 etkinlikler serisini düzenliyor. Projenin uluslararası ortakları arasında L'animal a l'esquena (Celrà/ Girona) http://www.lanimal.org/ ve Centre for Drama Art (Zagreb) http://www.cdu.hr/ bulunuyor.

boDig 08’de canlı sanatlar ve yeni medya teknolojileri etrafında sahne performansları, enstalasyonlar, sanatçı laboratuarları, atölyeler, toplantılar ve ‘club event’ler yer alıyor. boDig deneysel ve yaratıcı sanat işleri üzerine odaklanmakta ve başvuruda bulunacak olan sanatçıların işlerinde “ara-yüz(süz)” temasına yaklaşımlarını sergilemelerini teşvik etmektedir. Sanatçıların, enstalasyon işleriyle başvurmak için son günleri 15 Ağustos. Seçici kurul, değerlendirmesini yaparken seçilecek işlerde dijital teknolojilerin kullanımına açık, ancak zorunlu olmadan, bedenin bugünün teknolojileriyle şekillenmesine düşünsel ve eleştirel bir tavır getiren sanat işlerine öncelik verecektir. Daha fazla bilgi ve başvuru formu için: boDig 08 Başvuru

Seçici Kurul
Dr. Bernhard Serexhe (Baş Küratör, ZKM- Media Museum)
Philippe Baudelot (Multimedya Danışmanı)
Defne Ayas (Küratör, PERFORMA)
Derya Demir (Art On Stage)
Aylin Kalem (boDig)

boDig hakkında
boDig, çağdaş ve dijital kültürde bedene odaklı İstanbul merkezli 2007’de kurulmuş bir çağdaş sanatlar derneğidir. Dans, performans, plastik sanatlar, tasarım, mimari, yeni medya, mühendislik ve tıp gibi pek çok disiplinlerden yararlanarak, çağdaş ve teknolojik bağlamda beden üzerine düşünsel ve sanatsal yaratıma yönelik çalışır.


Monday, June 2, 2008

An interview on "human writes" with William Forsythe (publ. radikal, 23.05.08)

photo credit: Dominik Mentzos

Çağımızın en önemli koreograflarından William Forsythe İnsan Yazıyor ile izleyiciyi ‘yazamama’ eylemine davet ediyor.
Aylin Kalem
İnsan yazıyor, yazıyor da ne işe yarıyor? Yazı gerçekte, eylemle karşılaştırıldığında ne kadar etkili? William Forsythe, Human Rights / Human Writes’ta olduğu gibi, ‘haklar’ yerine aynı sese sahip ‘yazıyor’ kelimesini yerleştirerek “Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi”ne, yazıya geçirilmesinin 60. yılında zeka kıvraklığıyla bir eleştiri getiriyor. Haklar tüm varlıklara ait, insan ise ürettiği ve kendisini şekillendiren en önemli teknoloji ‘yazı’ ile bunu kağıda döküyor. Peki ya yazı, eylemi ne denli gerçek kılıyor? Yazı, ancak amaç değil de, eylemin gerçekleşmesinde teknolojik bir araç olarak kullanıldığı sürece etkili olabiliyor. Kanunlar yazıyla koyuluyor, bir kere yazıya döküldükten sonra koyulduklarıyla kalıyor, peki ya ne kadar uygulanıyor? ...vaatler karşılıksız kalıyor.
İnsan Hakları bağlamında yazının acizliğini göstermek amacıyla William Forsythe Antrepo no:3’te üzeri beyaz kağıtla kaplı 60 kadar masa yerleştiriyor. Masaların üzerinde hafifçe yazılmış zar zor okunan, bildirgeden bazı cümleler yer alıyor. Dansçıların (ve seyircilerin) görevi ise bu cümleleri okunur olmasa da temsilen görünür kılmak. Bunu yapmak için ise hiçbir zaman yazının gerçekleşemeyeceği imkânsız hareket oyunları kurgulanıyor. Sonunda görünen, sonsuz fiziksel çabanın izleri oluyor. Forsythe, yoğun programı dolayısıyla tek bir röportajı kabul etti:
A.K.: Rights (haklar) ve writes (yazıyor) kelimeleri fonetik olarak aynılar. Yazma hakkı, ifade hakkına göndermede bulunuyor. Dansçıların fiziksel eylemlerinde de alegorik bir boyut mevcut. Örneğin kömür kaleminden üstü başı kirlenen dansçılar işçi sınıfını çağrıştırıyor, ya da bazı şeyleri değiştirmek için kire bulanmak gerekliliğini… Bunun gibi pek çok mecazi anlatımla karşılaşmak mümkün. Bunu anlam üretmede estetik bir seçim olarak mı kullanıyorsunuz?
W.F.: Kesinlikle. Bu gibi durumlar sunulduğunda her eyleme anlam yüklenebiliyor. Buradaki ‘var olmama’ durumunda seyirci için ortaya pek çok anlam çıkabiliyor. İzleyici / okuyucu bu süreçte hareketlere istediği anlamı yükleyebiliyor. Bunu mümkün kılan kullandığımız yöntem. İmkânsız hareketler oluşturma yöntemi sayesinde oluşmayan üzerinden, uçsuz bucaksız anlamlar diyarı seyircinin karşısına seriliyor.
A.K.: Dansçıları bu yazma eylemlerinde nasıl yönlendiriyorsunuz?
W.F.: Gayet basit. Onlara doğaçlamaları sırasında amaçlarında başarısız olmalarını söylüyorum. Başarısızlığa mahkûm olmalarını istiyorum. Bu süreçte fiziksel eylemler önemli olmaya başlıyor. Bu imkânsız yazma sürecine izleyici de davet ediliyor; kimi zaman engelleyerek kimi zamansa engellenerek. Mecaz burada kendini göstermeye başlıyor.
A.K.: Bu çalışmayla insan icadı bir teknoloji olarak yazının kendisini de sorguluyorsunuz. Yazının anlam üretmeye dair belirsizliğinin altını çiziyorsunuz.
W.F.: Kanunlar yazılıyor ama uygulanmıyor. Yazının açık ve net olduğu varsayımı anlamını yitiriyor. Yazı, yasaların eyleme geçmesi anlamına gelmiyor. Bunun için fiziksel eylem gerekiyor.
A.K.: Bu çalışmayı gerçekleştirdiğiniz çeşitli şehirlerde izleyicinin tepkisine ve katılımına dair kayda değer bir farklılık gözlemlediniz mi? Sizce bu fark o şehrin insanlarının yönetimle ilişkisini yansıtıyor mu?
W.F.: Hayır çünkü artık halklar uluslararası olmuş durumda. Kanunlar yerel olarak işliyor gözükse de toplumlar çeşitlilik içerir. Hangi dilli konuşursak konuşalım değişen bir şey yok, kanunlar uluslar üstüdür. Yerellikle çözemezsiniz.
A.K.: Türkiye’de 1 Mayıs kutlamaları olaylı geçti. Küresel bir mesele olan insan haklarının Türkiye özeli hakkında ne düşünüyorsunuz?
W.F.: Bu ABD’nin de meselesi. Savaş karşıtı eylemlerde benzer olaylarla karşılaşıyoruz. Eşim bir savaş karşıtı örgütün üyesi olarak bazı eylemlere katıldı. Evimizin kapısına bir hükümet görevlisi dayandı ve bizim bir listede yer aldığımızı net bir şekilde ifade etti. Düşünebiliyor musunuz burası Amerika... Bu durum her yerde. Fikir ve ifade özgürlüğümüz yok. Ben sadece bir sanatçıyım, hükümet değilim. Ne kadar ürkütücü olabilirim ki. Bu ne büyük bir paranoyadır. İnanılmaz bir durum.
A.K.: Bu çalışma sizin diğer koreografik çalışmalarınızdan oldukça farklı duruyor. Politik bir meseleyi ele aldığınız için mi farklı bir yöntem uyguladınız?
W.F.: Hayır. Bu yaptığımız ‘eksiltme’ stratejisidir. Bu stratejide belli bir estetiği başka bir estetik uğruna eksiltirsiniz; örneğin, bilgi ve donanımınızı zorluk üretmek adına kullanırsınız. Genelde dansta bilginizi kolaylık sağlamak üzere kullanırsınız. Dans sıklıkla fizik kanunlarıyla etkileşime dayanır; bedenin yerçekimiyle olan diyalogu gibi. Burada malzemeyle antagonist bir ilişki kurduk. Bu bağlamda, bu çalışma bizim kullandığımız tekniğin bir uzantısı niteliğinde.
Röportajın sonunda William Forsythe bu buluşmayı istisnai olarak nitelendirip İstanbul’da bu çalışmayı sergiliyor olmaktan dolayı memnuniyetini dile getirdi. 23 ve 24 Mayıs saat 20:30’da Antrepo no:3’te bekleniyorsunuz.

Sunday, May 11, 2008

RemDans ve M.A.K.İ.N. B.D.N TimeOut Istanbul, May 2008



Makinelerdeki bedenler… bedenlerdeki makineler…

santralistanbul’daki Enerji Müzesi RemDans ile bir performans mekanına dönüşüyor.


RemDans Topluluğu’nun koreografı Tuğçe Tuna Uluslararası Istanbul Tiyatro Festivali kapsamında santralistanbul Enerji Müzesi’nde, yeni performans projesi ‘MAKİN. B.D.N’i sergileyecek.


İKSV’nin düzenlediği Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’ne daha önce de katılmıştın.
“RemDans Proje Topluluğu” olarak festivale geçtiğimiz senelerde ‘Phronemophobia’ ve ‘Vertigo/ o.4’ eserlerimiz ile katılmıştık. Bu yıl İKSV İstanbul Uluslararası Tiyatro Fesitvali’nin 16.sına yeni projemiz “MAKİN. B.D.N” isimli disiplinlerarası çağdaş dans projesi ile katılacağız.

Bu proje nerede ve ne zaman gerçekleşecek?
‘MAKİN. B.D.N’ i santralistanbul Enerji Müzesi’nde 24-25 Mayıs 2008 tarihlerinde saat 20.30 da gerçekleştireceğiz. Anahtarı “Makine Beden” olarak başlatılan dış mekan projemiz, santralistanbul Enerji Müzesi “Kontrol Odasında” birikip, 1 No’lu Makine Dairesi Alanı’nda devam edecek.

Bu projenin çıkış noktası nedir?
Mart ayında prömiyerini yaptığımız ‘EKO’ projemizin ardından ‘MAKİN. B.D.N’le birarada olmaya, paylaşmaya ve sorgulamaya devam ediyoruz. “Tamamen makineye dönüşmeden önce, üzerinde olduğum zamanı dinlemeli, sezmeliyim. Çünkü makine sezmez, kurulduğu gibi işler.…Öte yandan aklımda var olan her -şey- hareket halinde..” düşüncesinden yola çıktık.

Neden Enerji Müzesi’nde?
Enerji müzesini gördüğüm zaman, sadece eski, büyük ve enerji üretmeye programlanmış makinelerin hala varlıklarıyla meydan okuması değildi beni etkileyen, aynı zamanda makinaların geçmişi nasıl taşıdıklarını görmek büyüledi beni. Sanki kulağımı biraz daha uzun dayasam makinenin bedenine geçmişin sesini, orada neler olup bittiğini duyacakmışım gibi hissettim.

Enerji Müzesi senin beden anlayışına neler getiriyor?
Bir dönem enerji üretmesi için kurulan bir sistemin iskeleti ve çalışmayan bedenleri ile yanyanayız şimdi. Isımız onları da ısıtıyor. İnsan bedeni ve makinelerin bedenleri… bu arada kalan noktalar çok ilgimi çekiyor…

Beden-makine ilişkisini nasıl tanımlarsın?
Bedenin kendisini de mükemmel bir makine olarak algılıyorum. Mekanik sistemleri, aklı, hafizası, refleksiyle, kendini yenilemesi ve büyütmesi ile.. Demir-ten, kan-makine yağı, kablo-damar, nefes-alan, sıcak-soğuk, durma/çürüme-durma/bekleme, paslanma-yaşlanma, sabitlik-hareket bölünmelerinin ortasında bir zaman ve bir de enerji yalnız başına kalıyor.. Ben de enerjinin akışını izliyorum karar vermeden önce.. Bu iç içe girmişlik kafamda deviniyor. Makine beden-beden makine… Makineye muhtaç beden, akıl olmadan oluşamayacak makine...

Bu ilişkide neyi arıyorsun?
Bedenimiz de oluşan bir enerji türünü başka bir enerjiye dönüştürebilmek, belli bir güçten yararlanarak , “yapmak, etki oluşturmak ve başkalaştırmak” için çeşitli parçalardan oluşan düzeneklerde kendi bütünlüğümüzü araştırıyorum. Hayatımızda olduğu gibi bu alanın içinde, bu kadar makine arasında kişisel yalnızlığımıza, çıplaklığımıza, sessizliğimize, çaresizliğimize odaklanıyorum..

Aklımda birde makineleşmiş durumlar var: Mesela zamansal bir kırılma olmadan farketmediğimiz, düşünmeden, özenmeden, yaşamadan yaptığımız veya yaptırdığımız durumlar var..Rutin-monoton gibi isimle taktığımız..Biraz bu durumlarla ilgileniyorum..Makineleşmiş beden ve duyguları...
‘Makine-beden-enerji’ üçgeninde biz mi birer makineyiz karşımızda duran demir yapı mı makine? Bazen karıştırıyorum..

Bir de projede yer alan diğer isimleri sayarsak…
MAKİN. B.D.N‘de RemDans Proje Topluluğu sanatçıları Çiğdem Agas -Melis Tuzcuoğlu -Tuğçe Tuna- Erdinç Anaz-Emre Karaca-Aslı Bostancı-Ayse Ayter ve Vahit Tuna ‘nın yanı sıra Ses Sanatçısı Sema da yer alacak.

Friday, May 2, 2008

16th International Istanbul Theatre Festival (radikal, May 2008)

16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali, dans/performans programında “görünen ile görünmeyen” arasındaki tezatlığı sosyo-kültürel ve politik bağlamlarda ele alan çalışmalara yer veriyor.

Aylin Kalem
The Forsythe Company’den “İnsan Yazıyor”: Yazının İmkânsızlığı
20. yüzyılın önemli koreograflarından William Forsythe’ın “İnsan Yazıyor” adlı yerleştirme niteliğindeki performans çalışması, kuşkusuz festival programının en çarpıcı işlerinden biri. Bill Forsythe, yirmi yıl boyunca yönettiği Ballett Frankfurt’ta bale tarihine damga vuran pek çok eser yarattı. Topluluğun kapanmasıyla “The Forsythe Company”i kuran koreograf, dansı başka sanat dallarıyla buluşturan bir yaklaşımla sahnenin dışına çıkan işler de üretiyor. Bunlardan biri de 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Antrepo no: 3’te sunulan “İnsan Yazıyor”.
1948’de Birleşmiş Milletler Meclisi tarafından imzalanan “Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi” üzerine sanatçının, Columbia Üniversitesi Hukuk profesörlerinden Kendall Thomas ile birlikte yürüttüğü bu proje, 60 yıl sonra bildirgede yazılı maddelerin hala gerçekte uygulanıp uygulanmadığına dikkat çekiyor. İngilizcedeki “Human Rights / Human Writes”ta olduğu gibi aynı sesi içeren farklı iki kelimenin bu politik bağlamdaki ikircikliğinin de altını çiziyor. Toplulukların kendi haklarını oluşturmak üzere yaşadıkları süreci yansıtan; toplumda sosyo-kültürel, politik, ekonomik ayırımcı pek çok etmenin hakları sınırladığı gerçeğini vurgulayan; bu hakların oluşturulma sürecindeki çabayı, kayıpları, ayıbı çarpıcı bir fiziksellikle sunan Forsythe, haklar ve yazım arasındaki ilişkiyi ‘imkânsız’ kavramı üzerinden işliyor. Bedenlerin imkânsızı başarmaya yönelik fiziksel çabaları mekânda izler bırakarak yazma eyleminin sürecini, tarihçesini yansıtıyor.
Üzeri beyaz kâğıtla kaplı, düzenli bir biçimde sıralanmış 60 kadar masa; üzerlerinde hafifçe yazılmış “Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi”nden bazı cümleler var. Belli belirsiz okunmaları, bu hakların gerçekte ne kadar uygulandığını da sorguluyor. Seyirci, masaların arasında serbestçe dolaşarak dansçıların bu cümleleri görünür bir biçimde yazmak adına, “imkânsız olan” üzerine kurgulanmış dolaylı hareket doğaçlamalarını izliyor; onlara yardım ediyor, eyleme katılıyor. Kömür kalemler ve iplerle 3 saat boyunca süren bu kolektif performansın sonunda vücutlar ve mekân kapkara oluyor. Bu dönüşüm, bir şeyleri değiştirmek için elin kire bulaşması gerekliliğinin de altını çiziyor sanki.
Bu politik bağlam içinde Forsythe’ın ortaya çıkardığı hareket oyunları, performans sanatı tarihçesinde 50’lerden 70’lere damgasını vuran Jackson Pollock, Yves Klein ve Stuart Brisley gibi sanatçıların performanslarına da göndermede bulunuyor. Ortaya çıkan üründen çok eylemin fizikselliğinden doğan, bedensel katılımın niteliğiyle kendini gösteren, politik bir duruşu simgeleyen performans süreci önem kazanıyor. Burada da hiçbir yazma eyleminin doğrudan gerçekleşmediği, bedenlerin birbirlerini engellediği, kullanılan araç ve yöntemlerin yazımı imkânsız kılarken pek çok imgenin alegorik anlatımı beslediği görülüyor. Tebeşirleri masaya atarak veya çarparak, iki kalemle bir tebeşiri sabit tutmaya çalışarak veya bedenin farklı bölümleriyle kalemi sıkıştırarak, kömür tozlarını silkeleyerek, kalemi iplerle farklı yönlere çekerek oluşturulan eylemler siyasi tarihe ait pek çok sahneyi anımsatıyor. Kapkara olmuş eller ve vücutlar, işçi sınıfının direnişe karşı kan ve terle yılmayan çabasını, kolektif hareketle bir nebze olsun bu yolda ilerleyişini yansıtıyor adeta.
Kavramsal boyutta ise Forsythe bu çalışmasıyla, insanın icat ettiği en belirgin teknoloji olarak yazıyı da sorguluyor. Yazının anlam üretmeye dair ikircikli yapısını, potansiyel ve güncel gerçeklik arasındaki tezat ilişkiyle sunuyor. Bedensel gerçekliğin anlam üretme bakımından yazı karşısındaki zaferini yazının imkânsızlığını öne sürerek gösteriyor.
Bu kolektif eyleme katılmak izleyicinin inisiyatifinde. 23 ve 24 Mayıs, Cuma ve Cumartesi 20:30’da Antrepo no:3’te 3 saat boyunca mekana girip çıkma serbestliğinde ister izleyici ister katılımcı olabilirsiniz.

Silinmiş Mesajlar / BADco
Festival’de yer alan bir başka yabancı konuk BADco. Zagrebli topluluk “Silinmiş Mesajlar”da, toplumsal bağlamda grupların birlikte hareket etme eğilimini inceleyen bir yapı sunuyor. Dansçıların ve izleyicilerin aynı mekânı paylaştıkları bir düzenekte “sosyo-evrimsel” olarak nitelendirdikleri oyunun kurallarını 5 koreografik unsurla belirliyorlar. Bunlar; hareket, mekân, hareket biçimi, imge, ilişki. Bu parametrelerin kişisel alan ve hiyerarşik düzen oluşturmada grup üzerinde bulaşıcı bir etki yarattığı savından yola çıkarak kalabalığın mekândaki devinimini, bilgisayarda eş-zamanlı işleyerek ekrana yansıtıyorlar. Dansçılar mekândaki kalabalıktan dolayı performansı genel olarak algılayamayan seyircinin kitlesel hareketini etkilemeye çalışırken izleyiciyi de dolaylı bir etkileşime davet etmiş oluyorlar. 30 ve 31 Mayıs, Cuma ve Cumartesi 18:30’da garajistanbul’da...

harS / Aydın Teker
Aydın Teker, bir arp ve dansçı arasındaki ilişki çeşitliliğinden yola çıkarak düşsel bir dünyanın kapılarını aralıyor. Eski bir arpçı ve dansçı olan Ayşe Orhon ile birlikte bir laboratuar projesi niteliğinde geliştirdiği bu çalışmada bedenin dönüşümünü, bu müzik atletiyle bileşimi üzerinden işliyor. Arpın mekânda geometrik konumunu bedenle ilişkilendirerek çeşitlendirirken durağan imgesini bozuyor ve ona olası bambaşka kimlikler yüklenmesini sağlıyor. Bu süreçte, arp kimi zaman bedenin fiziksel ve sessel uzantısı, kimi zaman dansçının mekânı oluyor. Performatif yerleştirme niteliğinde sunulan harS’ta iki kütle arasındaki hayret verici ilişkiler birbiri ardına izleyicinin gözleri önüne seriliyor. 22 – 23 Mayıs Perşembe – Cuma 20:30’da ve 24 Mayıs Cumartesi 15:30’da garajistanbul’da…

MAKİN. B.D.N / RemDans Proje Topluluğu
RemDans Projesi’nin koreografı Tuğçe Tuna bedenin kendisini de mükemmel bir makine olarak ele aldığı bu çalışmasında işleyişten doğan enerjiye odaklanıyor. santralistanbul’un “Enerji Müzesi”nde sergilenmek üzere oluşturulan bu performansta, demir/ten, kan/makine yağı, kablo/damar, nefes/alan, sıcak/soğuk, durma/çürüme, durma/bekleme, paslanma/yaşlanma, sabitlik/hareket gibi olguların etrafında “yapmak, etki oluşturmak ve başkalaştırmak” kavramlarını araştırıyor. Tuğçe Tuna “Makine-beden-enerji üçgeninde biz mi birer makineyiz karşımızda duran demir yapı mı makine? Bazen karıştırıyorum” diyor. 24 – 25 Mayıs Cumartesi – Pazar 20:30’da santralistanbul’da…

Tersi Düz: Marika’nın Masalı
Talin Büyükkürkciyan bu çalışmasını daha önce gerçekleştirdiği “Tepetaklak”ın bir devamı gibi görüyor. Sahnede garip formlar alan ‘yaratıklar’, çeşitli insansal durumları sergiliyor. Doğumlarından itibaren birbirleri arasındaki ilişki oyunları ve oluşturdukları sosyal düzen içindeki rolleri çocuksu bir yaklaşımla üç dansçı tarafından yorumlanıyor. Koreograf bu çalışmada yapılandırılmış düzeni sorgulayarak düzene ters düşenin de olasılıkları dahilinde olduğunu hatırlatıyor. Algıladığımızın ötesinde bir dünyanın da var olabileceğine işaret ediyor. 25 Mayıs Pazar 18:30’da Haldun Taner Sahnesi’nde…

İlişiksiz Temas / Subvoid Dans Tiyatrosu
Subvoid Dans Tiyatrosu maddenin somut bir gerçekliği olmadığı, bedenin de beyinde oluşan bir görüntü olduğu ve herkesin aslında kendi beynindeki ekranı izlediği savından yola çıkarak projelerini gerçekleştiriyor. Koreograf/dansçı Ayşegül Güryüksel, neden-sonuç ilişkisinin çizgisel zamansallığını ortadan kaldırdığı “İlişkisiz Temas”ta, birey üzerinde oluşturulan baskı, yasak ve yaptırımları bir kadının dünyasından sorguluyor. Çeşitli olasılıkların aynı anda yaşandığı, zihinde oluşturulan dünyanın bu olasılıklardan sadece biri olduğuna işaret eden bu çalışma ‘paradoksal bir yolculuk’ niteliğinde. 2006 yılında kurulan topluluk deneysel film alanında da üretiyor. Ayşegül Güryüksel’in “Nobody’s Pet” adlı kısa filmi 2007’de New York International Independent Film Festivali’nde “Best International Avant Garde Film” ödülü aldı ve son olarak da 2008 Cannes Film Festivali’nin katalogunda yer aldı. “İlişkisiz Temas” 21 Mayıs Çarşamba 20:30’da Haldun Taner Sahnesi’nde İstanbul seyircisiyle buluşuyor.

Sonsuza İskele
“Sonsuza İskele” Türkiye’nin ilk kuşak dansçılarından Kaya İlhan’a adanan bir proje. Kaya İlhan çeşitli kurumlarda verdiği modern dans eğitimini yaratıcılığa odaklı geliştirdi. Eminönü Halk Eğitim Merkezi’nde hareket laboratuarını birlikte yürüttüğü genç kuşak dansçı/eğitmenler, sanatçının tutku ve deneyimlerinden yola çıkarak Kaya İlhan projesinde bir araya geldiler. 1960’lardan bu yana, politik ve sosyal olaylar çerçevesinde, dünya tarihinde önemli yere sahip kadınların kimliklerinden yola çıkılarak hazırlanan bu proje sanatçıya bir saygı niteliğinde. 27 Mayıs Salı 20:30’da Kenter Tiyatrosu’nda izlenebilir.

Engin-ar / Çıplak Ayaklar Kumpanyası
Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın Fransız hiphop topluluğu C dans C ile ortaklaşa geliştirdikleri bu proje, aynı evde bir parti sırasında bir araya gelen 8 kişinin birbirleri arasında geçen ilişkileri üzerine. 8 kişinin sekizin katları şeklinde büyüyen kişilikleri, görünen ve görünmeyen arasındaki tezatlıklar kadın bakış açısıyla ele alınıyor. Çağdaş dansla ‘hiphop’un iç içe geçtiği, teatral öğeler taşıyan ‘sonsuz namus’ veya ‘engin-ar’, tabular dışında bireysel gerçekliklerin öne sürüldüğü sosyal bir eleştiri sunuyor. 29 Mayıs Perşembe saat 20.30 ve 30 Mayıs Cuma saat 18.30’da Aziz Nesin Sahnesi’nde…
Atrofi 1 İsimler Evi / Ayrin Ersöz
İsimler Evi’ni Ayrin Ersöz planladığı bir üçlemenin ilki olarak sunuyor. Hakikat ile kimlik arasındaki mesafeyi 'gerileme' (atrofi) olarak ele alıyor. Değişmeyen bireye rağmen bulunduğu coğrafyaya göre değiştirilen isimler, sanatçının kişisel tarihi ve belleğinin yansımaları. Atrofi, tıp biliminde kullanılan bir terim olarak hücrelerin sayısının azalması ve organların küçülmesi, körelmesi ile kendini gösteren bir 'gerileme' anlamına geliyor. Daha önce 'normal' olan organik bir şeyin daha çok dışsal dinamiklerle gerilemesine ve sonunda kısmen veya tamamen körelmesine işaret ediyor. Bu şekilde ele alındığında atrofi kavramının tıp biliminden ödünç alınarak sosyal bilimlere dolayısıyla tarihe, topluma, insan ilişkilerine uygulanabileceğini düşünen Ersöz, pek çok gerileme örneğinin yer aldığı tarihi, adeta bir atrofi tarlasına benzetiyor. Sanatçı bu çalışmada; etnik asimilasyon, zorunlu göç, aşk-evlilik, yeni bir dansın koreografisi gibi çeşitli nedenlerle 5 kez değişen ismi üzerinden, Italo Calvino, Eduardo Galeano, Herakleitos, Jacques Lacan, Milan Kundera, Michel Foucault, Tomris Uyar ve Tevrat’tan esinlenerek hazırladığı metnin yanı sıra interaktif video, müzik ve dansa yer veriyor. 28 Mayıs Çarşamba 20:30 ve 29 Mayıs Perşembe 18:30’da Fransız Kültür Merkezi’nde izlenebilir.

Yüzleşme / İstanbul Dans Tiyatrosu
Yüzleşme, Geyvan McMillen’ın R.M.Rilke’nin Duino Ağıtları 9. şiirinden etkilenerek yola çıktığı bir çalışması. İnsanın varoluşunda kendine ait yaşam sürecindeki, istenen veya istenmeyen olaylar ve rastlantılarla yüzleşmesini konu alıyor. İnsana, bir tek defaya mahsus olarak verilen yaşam sürecinde mutluluk ve mutsuzluğun aynı anda yaşandığı olayları soyut bir biçimde, disiplinler arası bir yaklaşımla, alternatif sahneleme tekniklerini araştırarak kurguluyor. Geyvan McMillen İDT dansçılarıyla birlikte dansı, tiyatro ve enstalasyonla besleyerek izleyici de dahil eden bir program hazırlıyor. 2 ve 3 Haziran, Pazartesi ve Salı, 20:30’da garajistanbul’da…

Thursday, March 27, 2008

An interview on harS with the choreographer Aydın Teker and the dancer/musician Ayşe Orhon - 23.03.2008

photo credit: Ebru Anıt Ahunbay






An unusual relation with a harp…

Aylin Kalem
In your previous work aKabı, the choreographic writing was based on the relation of the body with shoes of unusual heights. Here, you expose a body in its relation to the harp as a huge instrument. What is the drive behind establishing particular relations with objects in your choreographic creation?
Aydın Teker: I guess it is an inclination I have from the composition courses I am doing with my students. I ask them to practice on the possible relations with an object. I know that I certainly do not start a project with the idea of creating a relation with an object, nevertheless, it is there. On the other hand, I do not consider harp as an object, but rather as a character, and a very strong one. I feel that Ayşe is doing a duet, not a solo. They both engage in a relation with each other.
When I first started to work with the harp, I had serious problems with the beauty of the instrument. Everything I was doing was turning to be too beautiful as the harp had a very strong aesthetical character. I was disturbed by its beauty. I believe that every work requires a certain period of time to reveal itself and to guide us. I believe that one has to wait for that moment to happen. I don’t understand the idea of creating in a rush because I am focused on the research, the time I am spending with Ayşe at the studio, the process of exploration, accompanying each other towards a discovery. I am enthusiastic about the idea of a lab, the experience we have is unique. Otherwise, it becomes a product-oriented work, there has to be something that will keep the work alive.

What are the paths you are taking throughout the process of creation?
Aydın Teker: I am not doing much physically; I am watching Ayşe and talking a lot. Somebody had asked me if I imagine before I start creating. The answer is no, I definitely do not reflect on or imagine how the work will be. I am only curious and look for what will come out of the process. I didn’t have any idea at the beginning. I didn’t know how I would overcome the beauty of the instrument.

How did you decide to work with a harp?
Aydın Teker: I had already created a piece with a counter bass in England. I knew that Ayşe had a harp background and that she had not touched the instrument for a very long time. In a conversation we had, the idea of doing something with a harp came out. It was an important moment. Then I went to Paris and bought this huge instrument without further thinking on the project. This is also what I did with the shoes for aKabı. I immediately looked for having the shoes as soon as I got the idea. I didn’t spend time on thinking about “what ifs”. When we received the harp, we didn’t have the working conditions that we now possess. We were looking for studios. It was a very difficult task to carry the harp wherever we go. Once, we were walking in the narrow streets of Istiklal, and Ayşe was carrying the harp. A young friend of hers came across and offered help. Then when he realized how heavy the instrument was, he literally ran away. The conditions were difficult for us. We finally found a studio to work but the temperature was too high for the harp that the strings were pulling apart. The motivation I have to continue comes from the curiosity I have towards the relation we are going to have with the instrument. The instrument also led us to know more about each other’s limits. The process is overwhelming. We have been working on this project a bit less than two years now.
In the beginning I thought Ayşe should also play the instrument as she is a musician as well as a dancer. However, I realize that I cannot impose on the piece with there should be this and there should be that. It is the piece itself that decides what is necessary. This is what I understood throughout the years. I also believe that if I do not put a problem or an obstacle, the piece does not go anywhere.

Usually this problem or obstacle is a physical one in your works. You are not focusing on problems of the society, or on political messages that the audience might get.
Aydın Teker: If I have a message to give then I would say it, I wouldn’t make a piece out of it. What I am really looking for is to go beyond the acknowledged limitations, both aesthetically and physically. We already know what we have, and what is considered as beautiful. I am looking for the things beyond that.

The relation you establish with an object, both in aKabı and in harS, is something that transforms the body. The object becomes an extension of the body. In this sense, your approach is quite technological.
Yes, that’s true. Although I do not intend to start with that idea, I somehow reach that point. For a body to adapt itself to new extensions, it had to develop a certain technique. The body has to be powerful, the nervous system has to perceive the new condition, and the person has to accept the new state.

What kind of an experience did you have in relation to the harp, not as a musician in a conventional way but as a dancer/musician? How did this change your perception?
Ayşe Orhon: I started music education at a very young age, but I had never considered myself as a musician; I was telling Aydın Teker at the beginning of the project that I was not a musician. However, I have changed my mind. I had to remember and develop what I had learned as a musician during the project. I believe that music and dance resemble each other in the sense that they both engage body and mind and that they follow a similar path towards expression, one in the form of sound and the other in the form of movement. In this project, we have the two of them simultaneously. At first, I was very kind towards the harp, I was afraid that it might fall and crack. Then as I got to know better its dimensions and weight, I started to better understand its language. As I was less afraid, I discovered its potentials. But it took a long time to get there. To be side by side and face to face with this instrument which I played sitting on a chair for years aroused in me a curiosity for establishing different forms of relation with it. I had many questions like could I lift it, what would happen if I turn it upside down, or could I fit in it? Each curiosity led me to new ideas and new problems. Aydın Teker’s patience and care is very important for me. I am rather impatient, I want to realize my wish or her suggestions spontaneously, but this is not the way it should be. One has to work on it very carefully and systematically.

What kind of an experience did you have in your body in developing a virtuosity in handling such a heavy and massive instrument?
Ayşe Orhon: We are like two rivals on stage. Rather than someone mastering the movements that I am required to execute, I am like someone who tries to exist in this rivalry. Maybe, it is this sort of competition that reveals all these ‘virtuosic’ materials.

What was your role as a dancer, in the process of creation?
Ayşe Orhon: I possessed an opposing position. I had a choreography background rather than a dance education. In the first project I worked with Aydın Teker called ‘density’, I was supposed to learn the part danced by Kelly Knox. It was an interesting experience for me as I was not used to learn an already set part. But this kind of creation process is more difficult. The choreographic signature belongs to Aydın Teker, but at the same time, I am not someone who does everything that is told to me, I am rather doing things that are unsaid. I cannot hold myself from telling my thoughts and desires. But we are rather three in rehearsals. Aydın Teker makes a step, then I develop it, and then the harp makes another step towards the creation.

Istanbul, 23.03.08

Monday, March 17, 2008

lucy: exploring a new and fragile generation x

20 march 21:30 - performances @ studio-live
tolga tüzün, ururu, andré gonçalves, rudolfo quintas, diana combo

21 march - 20 april - exhibition @ ura !
phil collins, beliz demircioğlu, andré gonçalves, rudolfo quintas, ha za vu zu, ana husman, oliver pietsch, sara nuytemans



for more info:
http://www.lucy-project.blogspot.com/

Monday, March 10, 2008

performance at santralistanbul


A performance by the participants of Armando Menicacci's workshop on "Isadora Software" is being presented at santralistanbul on the 13th of March. The workshop is organized by Istanbul Bilgi University - Management of Performing Arts / Performing Arts Track.

Armando Menicacci in santralistanbul

Armando Menicacci is giving a lecture at santralistanbul with the title of "The Specific Organization of the Dancing Body: Choreography and Neurosis". This lecture is organized within the workshop he is giving on Isadora Software. The workshop is organized by İstanbul Bilgi University - Management of Performing Arts / Performing Arts Track.

Thursday, February 28, 2008

Isadora Yazılımıyla Dans Çalışmaları Atölyesi - Armando Menicacci


santralistanbul'da 2 – 13 Mart tarihlerinde Istanbul Bilgi Üniversitesi - Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi - Performans Sanatları Alanı'nın düzenlediği "Beden Odaklı Sanat Atölyeleri" serisinde Armando Menicacci’nin "Isadora Yazılımıyla Dans Çalışmaları" atölyesi var. Isadora, dans ve teknoloji üzerine New York’ta çalışan öncü gruplardan Troika Ranch’in kurucusu Mark Coniglio’nun özel olarak geliştirdiği bir yazılım. Çalışmalarında teknolojiyi birleştirmek isteyen dansçıların kullanabileceği bir bilgisayar yazılımı. Isadora sayesinde sahne sanatları ve enstalasyonlarda interaktif ortamlar yaratmak mümkün. Kamera ile “hareket yakalama” (motion capture) tekniğine odaklı bu atölyede gerçek-zamanlı etkileşimlerde dramaturji üzerine de çalışılacak.

Paris 8 Üniversitesi Médiadanse Laboratuvarı’nın ve d-flesh adlı grubun direktörlüğünü yapan Armando Menicacci, santralistanbul’da düzenlenen bu atölye için özel olarak geliyor.

Atölyelere katılım ve daha fazla bilgi için:
nctosun@bilgi.edu.tr
212-311 7538

Friday, February 15, 2008

lucy


“lucy”
bodig & ART ON STAGE
işbirliğiyle,
20 Mart – 20 Nisan 2008
sergi – performanslar – atölye – buluşma
ura, studio live, garantiplatform

Güncel sanata yeni takipçiler kazandırma amacı ile kurulan ART ON STAGE ve yeni medya teknolojileriyle beden ilişkisini sorgulayan projeleri ile tanınan bodig'in ilk ortak projesi olan LUCY, ilhamını bohem ve müşkülpesent, esrik ve kırılgan, yaratıcı ve güçlü yeni bir neslin gel-git'li iç dünyasından alıyor. Sergi, bu nesli ve çağdaşlarını hayali arkadaşları ile tekrar tanışmaya, anlık karanlıkları ile yüzleşmeye, kafalarında dolanan yok melodileri birlikte dinlemeye ve mırıldanmaya, zaman mefhumunun ilkelliğine ortak olmaya, ilk'lere verdikleri tepkilerini hatırlamaya ve bir sebze pazarında iki saat geçirip eve kırmızı bir elma ile dönmeye çağırıyor.

Küratörlüğünü Derya Demir ve Aylin Kalem'in birlikte üstlendiği serginin açılış günü 21 Mart; mekan ise URA!

LUCY sergi sanatçıları: Phil Collins (UK), Beliz Demircioğlu (TR), Andre Gonçalves (PT), Ha za vu zu (TR), Ana Husman (HR), Sara Nuytemans (NL), Oliver Pietsch (DE), Rudolfo Quintas (PT)

Sergi kapsamında, gecenin gündüzden uzun olduğu son gün olan 20 Mart gecesi, sergi sanatçılarından Rudolfo Quintas ve Andre Gonçalves izleyicileri çakmak ve kibritleri ile birlikte, Studio-Live'a, burning the sound adlı interaktif ses performanslarına davet ediyor. Sanatçılar performanslarında ateş yoluyla görünmeyen kontrolün çağdaş stratejilerini inceliyor.

LUCY performans sanatçıları: Tolga Tüzün (TR), Bişnov Project (TR), Rudolfo Quintas & André Gonçalves (PT), Diana Combo (PT)

Açılışını Türkiye'nin en yenilikçi bestecilerinden, performans sanatçısı ve ses tasarımcısı Tolga Tüzün'ün (TR) yapacağı gecede, burning the sound öncesi Bisnov Project (TR), fiziksel bedenin işlenmiş gerçek zamanlı görüntüleriyle sunacakları performansları ile izleyicilerin karşısında olacak. Burning the sound sonrasında ise Diana Combo (PT), her dinlendiğinde yepyeni lekeler ve çizgiler kazandığına kimseyi inandıramadığı plaklarını yakarak, kırarak ve tekrar yapıştırarak herkesin bunu duymasına ve inanmasına çalışacagı seti ile geceyi sonlandırıyor.

Sergi açılışının ertesi günü ise Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi'nin 4. katında Lucy sanatçılarından Sara Nuytemans ve Rudolfo Quintas kafalarındaki dünyayı yeni medya teknolojileri ile nasıl gerçeğe dönüştürdüklerine dair bir konuşma yaparken, Andre Gonçalves bunu biraz daha ileri götürerek alt katta bir günlük bir arduino* atölyesi yürütecek.

Atölyeye katılım ve daha fazla bilgi için: http://lucy-project.blogspot.com/
Mekanlar: http://www.studiolive.com.tr/ http://www.ura-project.org/ http://platformgaranti.blogspot.com/

*arduino: interaktif objeler ve ortamlar yaratmaya yarayan open source (açık kod kaynaklı) elektronik prototiplendirme cihazıdır.

Tuesday, February 12, 2008

santralistanbul'da etkileşimli araçlarla deneysel çalışmalara giriş atölyesi

İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin santralistanbul kampüsünde Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi - Performans Sanatları Alanı dans ve teknoloji atölyeleri düzenliyor. bodig'in yürüteceği bu atölyede, Dijital Performans alanındaki etkileşimin kuram ve pratik incelemelerinin ardından Max/MSP/Jitter görsel programlama ortamı kullanılarak yazılmış kodlar sayesinde katılımcılarla hareket etkileşimli deneysel çalışmalarda bulunulacak. Gerçek-zamanlı görsellerle eylemin zamansallığıyla oynayarak algıyı değiştirmeye yönelik ortamlar oluşturulacak.
katılım ve daha fazla bilgi için: nctosun@bilgi.edu.tr
212-311 7538

Wednesday, January 30, 2008

absent interfaces labs

tanzquartier - vienna (dec.2007)











l'animal a l'esquena - celra (oct. 2007)




























Tuesday, January 29, 2008

Tanbay'dan çağımızın suçları - Radikal, 29.01.2008



Aylin Kalem

Akbank’ın sponsorluğuyla kurulan Zeynep Tanbay Dans Projesi (ZTDP), 4 Ayak’tan sonra yeni projesiyle izleyici karşısına çıkıyor. Zeynep Tanbay “barış” ve “savaş” temalı, iki bölümden oluşan Vivaldi ve Stravinsky adı altında hazırladığı yeni koreografisinde birbirinin tamamen karşıtında duran iki dünya sunuyor. Ak ve kara kadar keskin hatlarla ayrışan bu iki bölümde Tanbay, gri olasılıklara yer vermeyen net tavrıyla, 21.yüzyılda insanlığın politik çıkmazlar sonucu vardığı noktayı seyirciyi sarsmayı, onu ‘gerçek’lerle bir kez daha yüzleştirmeyi amaçlayan bir kurguyla sergiliyor.

Vivaldi ve Stravinsky’nin iki farklı bölümden oluşan bir yapısı var. İkisi de birbirinden bağımsız, klasik bir sahne anlayışıyla ve modern dans dağarcığıyla hazırlanmış birer koreografik parça. Ancak bu iki bölümün arka arkaya getirilmesi asıl koreografik tasarımı belirliyor. Postmodern kurgu anlayışında ‘montaj’ tekniğiyle, Vivaldi’nin müziğinde idealize edilen dünya anlayışı ve Stravinski’nin müziğindeki atak ritmlerle yaratılan öngörülmeyen tehlike çukurları yanyana geliyor. İkisi de ayrı ayrı modern birer parça gibi algılanabilmerine rağmen, bir arada sunulmaları koreografinin genelinde postmodern bir bütünlük sunuyor.

Seyircinin ‘eğlence’ anlayışıyla hazırlanan birer ‘divertissement’ parçası izlediği hissine kapılma olasılığına karşın –ki bu yaklaşımla izlense de doyurucu-, parçaların içinden sıyrılıp bütünü algılandığında koreografik tasarım söz bulmaya başlıyor.

Zeynep Tanbay ilk bölümde, Vivaldi’nin çeşitli parçalarından derlediği on iki tabloda, ideal dünyayı, ‘barış’ merkezinde toplanan sevgi, hoşgörü, dostluk gibi temalarla dokuyor. Tanbay, bu bölüm için “insanların birbirlerini dinlediği, farklılıklara rağmen saygının var olduğu bir dünya sunmak istedim çünkü bu mümkün” diyor. Bu yaklaşımını daha koreografinin en başında, dansçıların sahneye girişlerinde ortaya koyuyor. Dansçılar bir ‘söz’ söylemek üzere gelen bireyleri yansıtıyor. Hepsi birbirinden farklı ama hepsinin de söyleyeceği bir şeyler, anlatacağı hikayeler var. Bu söz çeşitliliğinden sonra ayrı duruşların birlikte var olabilecelerinin altını çizen çeşitli grup bölümler yer alıyor ki bununla, kalıpların ve dar görüşlerin dışına çıkıldığı bir dünya sergileniyor. Vivaldi’nin dinamik, şakacı, coşkulu müziği ZTDP dansçılarının genç ve tutkulu enerjileriyle birleşince ortaya oldukça aydınlık ve umut dolu bir tablo çıkıyor. Tanbay, saray dansları, salsa, vals, halay, rock’n roll gibi farklı türlerin yansımalarını gösterdiği bölüm üzerine “Tüm insanlar dans etse -dansın türü ne olursa olsun- dünyada sorun kalmaz” diyerek dansın birlikte var olmayı ve ‘an’ı paylaşmayı öğreten özelliğinin altını çiziyor.

“Savaş” temalı bölüm ise Stravinski’nin 1913 tarihli sansasyonel eseri Bahar Ayini üzerine kurulu. Bu eser pek çok koreografa ilham kaynağı oldu; öncelikle Vaslav Nijinsky, Maurice Béjart, Pina Bausch, Angelin Preljocaj... Orijinal versiyonunda bir pagan ritüelindeki kurban törenini yansıtan bu eser, gerek işlediği cinsellik teması gerekse ilk kez klasik bale çizgisinden radikal bir biçimde uzaklaşıp bedende leğen kemiğinin başlattığı hareket dağarcığına odaklı stili bakımından döneminde skandal yaratmıştı. Zeynep Tanbay, dünya modern dans literatürüne kazınan bu esere göndermede bulunarak kurbanı bir kişi değil, insanlığın tümü olarak sunuyor. Kolektif belleğimizde var olan soykırım ve işkence sahnelerine ait bedensel form ve kompozisyonları kullanarak Bahar Ayinini medyada dolaşan savaş ve terör imgeleriyle yoğuruyor. Beden yığınları, elleri arkada birleştirilmiş, dizleri üzerine çökmüş tutsaklar... Alışılmış ve belki de artık çokluğu yüzünden yabancılaşılmış kareleri bir kez de sahnede, dans ve müziğin doğurduğu farklı bir bilinçle algılanabilecek tablolar olarak sunuyor, Zeynep Tanbay ve ekliyor: “Şiddet şiddetten başka hiçbir şeyi doğurmuyor. Biz şu anda maalesef Vivaldi’nin müziğindeki gibi yaşamıyoruz. Parçaların yerini değiştirip mutlu bir sonla bitiremezdim. Bu hiç de gerçekçi olmazdı. Mutlu son Hollywood filmlerine ait. Biz Guantanamo’yu, Ebu Garip’i yaşıyoruz. İnsanlığımızı yitiriyoruz. Tükenmişlik var. Hrant Dink’in öldürülmesine tanık olduk. Kardeşlik, barış, Vivaldi’de anlatmak istediklerim onun söylediklerini temsil ediyor, Stravinsky’de anlattıklarım ise onun karşı durduklarıydı; ırkçılık, terör, savaş. Ben 1915’i yaşamadım, ama 19 Ocak 2007’de buradaydım... Neden bu sonu seçiyoruz?”

Stravinski’nin insanı tüketen derecede güçlü, piyanonun vurmalı özelliğini öne çıkaran bu eseri, sahnede canlı olarak Fazıl Say yorumlayacak. Dört el için yazılmış bu eseri, Fazıl Say daha önce üst üste yapılan kayıtla tek başına yorumlamıştı. Şimdiyse, Fazıl Say için Bösendorfer firmasının özel olarak ürettiği bilgisayar endeksli piyano sayesinde bu iki partisyon canlı performansta izlenecek. Fazıl Say, önceden kaydedilmiş yorumuyla eş-zamanlı olarak canlı yorumunu da sunacak.

Cemal Reşit Rey Konser Salonu
30 - 31 Ocak
20:00

Hüsn-ü Aşk’a Dair - Bu yazının bir bölümü 22.01.2008'de Radikal Gazetesi'nde yayımlandı.


Divan Edebiyatı’nın çağdaş bir yorumu.

Arzu diyorlar. Sarhoşluk diyorlar.
Başı sonu yok bu yolun, bilmiyorlar.
Sesim nefesimin gizidir.
Yolum, soluğunun sesinde gizlidir.
Kubilay Tunçer

Aylin Kalem
Shakespeare’in Romeo ile Juliet adlı eseri yüzlerce kez klasik ve modern yorumlarla tiyatro
oyunlarında, filmlerde, balelerde, müzikallerde karşımıza çıkmış; replikleri, sahneleri hafızamıza kazınmıştır. Doğu’nun aşk hikayeleriyle karşılaştırılmıştır: Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin... Dünya edebiyatında Aşk’ın temsili olarak yerini almıştır.

Bir de Tanrı’ya, Mutlak Gerçek’e olan aşkın öyküleri vardır. Bu uğurda yapılan yolculuklar, kahramanlıklar, fantastik varlıklarla savaşlar... 16. yüzyıl İngiliz şairi Edmund Spenser’ın The Faerie Queene (Peri Kraliçesi) adlı, erdemlere övgü niteliğindeki alegorik yapıtında Kral Arthur şövalyelerinin “Faerieland” adlı fantastik ülkedeki yolculukları anlatılır. 17. yüzyıl İngiliz şairi John Milton’ın Paradise Lost (Kayıp Cennet) adlı epik şiiri ise Adem ile Havva’nın aşkının, Şeytan’ın önderliğinde cennetten kovulmaları üzerinden anlatımıdır.

Şeyh Galip’in 18. yüzyılda yazdığı Hüsn ü Aşk (Güzellik ve Aşk) adlı yapıtıysa tasavvufi bir mesnevî olmakla birlikte ‘güzellik’ ve ‘aşk’ kavramlarıyla temsil edilen, kadın ve erkek arasındaki aşkın bir soyutlamasıdır. Sembolik ve alegorik öğelerle bezenmiş sürreel bir masal niteliğindedir. Hayal ile gerçeğin birbirine karıştığı bir yolculuktur. İçsel dönüşümü temsil eden fantastik bir kurgudur. Konusu itibariyle evrenseldir, zamansızdır. İşte bu şiirsel öyküyü bu çağa taşımak, ondan bahsetmek, onunla kurulan ilişkiyi yansıtmak, bugünün estetiğiyle sahnede sunmak Beyhan Murphy’nin amacı olmuş.

Beyhan Murphy, Divan Edebiyatı’nın en güçlü yapıtlarından biri, Tanpınar'ın deyişiyle “avîze gibi renk ve ışık dolu şiir”i, Hüsn ü Aşk’ı baleleştirmek değil ancak ona ‘dair’ bir eser koyabileceğinin vurgusuyla İstanbul Devlet Opera ve Balesi için ‘bugüne ait’ bir başyapıt ortaya koymuş. Hüsn-ü Aşk’a Dair’de ‘Güzellik’ kadındır, ‘Aşk’ ise erkek. ‘Sühan’ şiirsel gücü barındıran sözdür. ‘Gayret’ ‘Aşk’ın arkadaşıdır, onun gayretidir; ‘Hayret’ ise engel. Bu öyküde ‘Sühan’ kuş formunda vücut bulur. Aşkı başlatan odur. Edmond Rostand’ın Cyrano de Bergerac adlı oyununda da Roxane’ı Christian’a aşık eden sözün büyüsü değil midir?

Hüsn-ü Aşk’a Dair’de hayranlık uyandıran tüm unsurların eşit derecede özen ve başarıyla hazırlanmış olmaları. Müzik, dans, metin, dekor, kostüm, ışık, film, hepsi de aynı ölçüde minimal estetiğe hizmet ediyor. Hiçbiri diğerinin önüne geçmiyor. Rahman Altın’ın müziği, perküsyonun elektronik seslerle buluştuğu, anlatımı destekleyen efektlerin imgeleri doğurduğu, geçmişle geleceğin iç içe geçtiği başlı başına bir kompozisyon. Kubilay Tunçer’in, Hüsn ü Aşk’ın üzerine hazırladığı şiiri ise, sözün ve yazının gücünü ve gelip geçerliğini yansıtan, anlam kıvraklığı ile kurgulanmış bir ses zenginliği sunuyor. Bu şiiri sahnede kendisi okuyor; bazı temsillerdeyse Memet Ali Alabora yorumluyor. Behçet Malikler’in dekor tasarımı son derece yalın ve işlevsel, özellikle ikinci perdede Ahmet Defne’nin ışık tasarımıyla birlikte sürprizler sunuyor. Ayşegül Alev’in kostüm tasarımıysa son derece çağdaş, yaratıcı ve eseri fütüristik ve fantastik bir seviyeye taşıyan bir görsellik sergiliyor. Şafak Uysal ve Doğuş Bitecik’in film tasarımı bugünün teknikleriyle hazırlanmış, yazı ve metindeki imgelerden yola çıkarak resmettikleri sembolleri kaligrafik bir estetikle sahneye taşıyor. Yeni kuşak dansçıların dans teknikleri ve oyunculukları çok güçlü; dinamik bir varlık sergiliyorlar. Hüsn-ü Aşk’a Dair, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ni uluslararası platformda hiç kuşkusuz başarıyla temsil edebilecek bir eser. İçinde Yüzüklerin Efendisi, The Matrix gibi popüler fantastik filmlerin de estetiğini bulabileceğiniz bu modern bale eserini bugün 20:00’de AKM’de izleyebilirsiniz.

Hiç aşktan özge şey revâ mı
Sarf etmeye inci gibi kelâmı

Binlerce kez tekrar edilse bile
Bıkma sen anlat o şarabı yine

Hem ne varsa alemde hepsi aşktan ibaret
Geri kalan ne varsa; keder, elem, şomluk, dert

Şeyh Galip

Monday, January 21, 2008

"Electricity, Light and Illumination" project at santralistanbul

Light, Illumination and Electricity
Children Workshop Series
“Light Travels Through My Body”
Aylin Kalem (BODIG) - Beliz Demircioğlu (BODIG)
28.10.2007
10:00-12:00; 14:00-16:00

This is an information about the atelier aimed at 8-12 year old children, organized within the frame of santralistanbul Residency Project and led by BODIG “Body-based Practice Arts” co-founders Aylin Kalem and Beliz Demircioğlu.

“Light Travels Through My Body” is a movement workshop realized with specially written codes using Max/MSP/Jitter software. It is a design for perception suggestive of the redefinition of time and space.

Based on the relations of the physical body with its shadow and its processed images on the projection, this exercise is triggering improvisation and creativity by re-positioning the parameters of the space, and transfers virtual movement to actual environment.

This experience provides the participant with 4 different time-lines in real-time by creating visuals that fuse the matrices of the slightly delayed present, five seconds earlier and ten seconds earlier. The expected time-line of the movement is reversed and a relation among the movements of these different time-lines is being suggested. When the person is not moving the image becomes concrete and when there is movement the image is blurred. It is suggestive of different forms of conceiving movement and stillness.

Prior to the experimental work in interactive environment, there is a section devoted to physical games aimed at augmenting the perception of the participant in relation to the self, to the confronted other, to the one next to oneself, to the self in the group and to the occupied space. There is also a section in which the participant is presented with visual examples of possible forms of interaction. These exercises prepare the participant to a diversity of experiences in the technological environment.

http://www.bodig.org/

Light, Illumination and Electricity
Residency Project
Organisation:
santralistanbul, Istanbul Bilgi University
partners:
Nomad (Istanbul), SCCA – Center for Contemporary Arts (Ljubljana), Townhouse Gallery of Contemporary Art (Cairo), Culture Resource (Cairo), ZINC/ECM (Marseilles)
curators:
Barbara Borcic, Başak Şenova, Mohammed Yousri, Emre Baykal
Workshop coordinator:
Sibel Çetingöz
This project is supported by Anna Lindh Foundation.
http://santralistanbul-lie.blogspot.com/

“The Solo and its Digital Double”

(This paper was presented at iDANS Conference, 7 October 2007, Bogazici Univ. Istanbul and, with slight changes, at Tedance Conference, 22 November 2007, Culturgest, Lisbon. It is published in English and in Turkish in Solo? in Contemporary Dance, ed. Gurur Ertem, Bimeras - Istanbul, May 2009)
http://www.idans.org/
http://www.tedance.com/

Aylin Kalem

The title of this paper owes a lot to Steve Dixon’s recent book called Digital Performance.[1] In that book, there is a section called “The Theatre and its Digital Double” in which Dixon, by referring to Antonin Artaud’s book of essays called The Theatre and its Double,[2] relates his understanding of theatre and his notions of virtuality to the realm of digital performance. This gave me an inspiration for re-designing my former research papers centred on performances with new technologies, within the context of iDANS festival and its theme of solo with a question mark. So, I decided to visit the concept of solo in digital performance in relation to various methods of working on the double.

In general terms, digital performance concerns the conjunction of computer technologies with the live performance arts, as well as gallery installations. New technologies can be said to provide a new field of study for long considered ideas like virtuality. The notion of the double in performance was introduced with Antonin Artaud’s The Theatre and its Double published in 1938. And the metaphor has become concrete and actuated in the theory and practice of digital performance. Artaud’s notion of the double was centred on a primitivist and spiritualized vision of a sacred, transformational, and transcendental theatre. Artaud says: “all true effigies have a double, a shadowed self.” For Artaud, the double of theatre is its true and magical self... In his discussion of theatre as alchemy, Artaud was the first to coin the term ‘virtual body’, as a doubled reality or virtuality. Pierre Lévy, in his book called What is Virtual? explains virtualization as self-projection, which is a central question of the human existence.[3]

Similarly, according to the ethno-linguist Richard Bauman, all performance involves a consciousness of doubleness, through which the actual execution of an action is placed in mental comparison with a potential, an ideal, or a remembered model of that action.[4] The performance theorist Marvin Carlson emphasizes that performance is always performance for someone else even when that audience is the self; and what is central about the double consciousness is that it is not about the external observation.

Artaud’s ideas are being realized using the capabilities of the computer, in some works, like those of 4D Art (Anima-2002), (La Fura Dels Baus’s F@usto: Version 3.0 – 1998), and Marcel.li Antunez Roca (Afasia – 1998) In some of these performances, images of performers’ digital doubles are telematically transmitted to different locations where they dance or interact with distant partners in real time.[5] In some others, the interaction of the participant with the mechanism in an installation may create various ways of connecting one’s self to his own double.

Artists working with new technologies make research on the sensations of the body. Thecla Schiphorst, having been educated in informatics and in contemporary dance, seeks to integrate models of scientific representation to the experience of the physical body. In her article, “Bodymaps : artifacts of touch”[6] she talks of her interactive installation consisting of a sensorial surface of electro-magnetic sensors and of sensors for resistance capable of detecting touch, pressure and force exercised on the velvet surface that keeps the traces of the visitor’s hand. The spectator thus, grasps his actions through his own double, which are sent back to himself. The mechanism helps the spectator to perceive his own body, by transmitting his movements through the traces of his phantom body. The French philosopher Michel Bernard, emphasizes the double by referring to the intra-sensorial chiasm in his article “Sense and fiction, or the strange effects of the three sensorial chiasms” :

By sensing a material surface, I reveal by the act of sensing, in the passivity of my digital reaction, a contrary movement, an otherness. This otherness does not depend of the postulation of another person, but the fact that I am always double, by sensing, not as a psychological entity, but as a multiplicity of fictions, of simulacras (semblances) that surround each sensation.[7]

Michel Bernard, in his discussion about this chiasm gives the example of touching a table, and he stresses that there is a dimension, active and passive at the same time. This installation seems to reinforce this aspect of touching. It reflects back the gesture of the participant to himself, it gives him an awareness of his corporeality; it helps him to perceive himself and to perceive the world through his corporeality. This idea forms the basis of Merleau-Ponty’s phenomenology. The body is neither object nor subject, but is situated between the two and comprises both. The body finds an existence through the external world, and this world exists only in relation to him. In this case, the corporeality manifests itself by the act of touching, and the reverberation of this action by audio or visual reactions situates the body between an active and a passive state. This experience introduces the participant with his own double and allows him to navigate in the space between the physical body and the phantom body. Thecla Schiphorst formulates this in an explicit way:

As the viewers place their hands closer to the surface or skin of the installation, a complex soundscape responds to their proximity, and movement. The image shudders. The viewer becomes participant through the sense of touch. There is no escape from entering the 'third space' between objective seeing and subjective feeling.[8]

This installation, then seeks to show the process of ‘simulation’ and of the fictive separation (‘dédoublement’) stimulating the sensorial system that Michel Bernard speaks of in his article “Sense and fiction”.

Moreover, another aspect is put forth in this installation which refers directly to Michel Bernard’s second chiasm. Schiphorts remarks:

This work focuses on the experience based on the proprioceptive knowledge, on the sensed of what is being perceived as a skin, and on listening by touching, visualization by hearing, all of which is integrated by the attention.[9]

In parallel to this, Michel Bernard, speaking of the second chiasm inter-sensorial mentions the listening eye.

My gaze is traversed by a mode temporarily transforming the space that I have in front of me into a space of sound. My gaze produces a simulacra (semblance), a fiction constituted by the play of the specificity of the sound material. My eye has a tendency to break from the limits of a stable geometry, from the usual spatial characteristics. In each sense, there is the redoubling of the effect of another sense. There is then a certain confirmation of all this theory of simulation, of the production of fiction within the sensorial system.[10]

Thus, one more time, Schiphorst’s installation presents itself like a manifestation of the chiasm that Bernard speaks of. It is like a laboratory in the service of dance studies, where the corporeality is examined by stimulating the senses. The fact that the interface transmits the touch into sound or into image provokes the interaction of the senses. The proof of this installation seems to be like an exercise to establish and enrich the sensorial awareness.

Another very significant example of experiencing doubleness is in Paul Sermon’s performative installation called Telematic Dreaming dating 1992. The performer of the installation Susan Kozel explains the interaction between her physical body and her virtual body in her article called “Spacemaking : Experiences of a Virtual Body” She explains the set-up in her own words:

In Telematic Dreaming Sermon created a space for interaction between a performer and members of the public using a technology called telepresence. Using video projectors and monitors people in two separate rooms were drawn together. There was a bed in each room. I was alone on a bed in a room well removed from the public visiting the exhibition. My image was projected onto the bed in the room which was open to visitors, where they had the option to join me. Then video cameras in the public room transmitted the actions of the person on the bed with my image back to me in my room upstairs. I was able to interact with the person on the bed downstairs by watching both of our images on the monitors placed around my bed. The bed became my performance space. Our movement occurred in real time, but in a space which was entirely created by technology. I was alone on my bed, moving my arms and legs in physical space as if in some sort of hypnotic ritual dance, yet in virtual space I carried on intense physical improvisation with other unknown bodies.[11]

In this installation, the physical body is no more limited to its corporeal envelop but it is extended to its virtual double. Here, the double plays an essential role. Tele-presence allows the performer to be simultaneously in the real and the virtual spaces. In fact, the perception of the performer can never be in two spaces at the same time, but rather between the two. As Merleau-Ponty indicates in his book The Eye and the Spirit, “The human body is there when it makes a sort of criss-crossings between the seer and the seen, between the toucher and the touched, between an eye and the other, between a hand and a hand”[12]. Michel Bernard defines all this as « chiasms ». One is never the touched and the toucher, the seen and the seer at the same time. But the fact that the shifting between the two is very short and that the alternation from one to the other is instantaneous, allows the body to pass from one perception to the other, and thus, from one state of being to another.

The fact of existing with her own double in this experience allows Susan Kozel to pose the question of what is it to feel one’s own flesh? This otherness created through her own double, is due to the intra-sensorial chiasm which Michel Bernard talks of:

On one occasion, while thoroughly absorbed in interaction with another body I passed my hand over someone's leg, he placed his hand on my leg, when I followed his hand I touched my own leg - and was taken aback by its bulk. For an instant I didn't know what obstacle my hand had encountered after moving so freely in visual space. With vague feelings of guilt I realised that this foreign body was in fact my own! When I momentarily experienced my own body through my sense of touch it did not coincide with my body according to my sense of sight. The disorientation made me reassess what I took to be the frontier of my own body. Could it still be called a frontier if it was no longer fixed, but highly flexible and constantly changing?[13]

The act of watching her body in interaction with another body in real-time but in a created space, disrupts the perception of the performer. In this experience, the body’s sensation is aroused through the double since it is the virtual body that enters in contact with another body. The physical body is the seer but the seen as well, and the virtual body is the touched but also the touching one through the physical body’s movement. In this way, there is a strong relation created between the physical and the virtual body. Susan Kozel says that through pain, she was able to see a link between the seemingly abstract image of herself and her flesh. She describes her experience:

My real body asserted its presence as a response to the virtual image which had come to dominate my movement while performing. [14]

Here the body exists through the virtual because the mechanism allows her to gaze at herself. In that formulation, we hear the echo of André Marchand’s citation to which Merleau-Ponty refers:

In a forest, I sensed many times that it was not me who was looking at the forest. I felt that it was the trees that were looking and talking at me… I was there, listening… I believe that the painter should be pierced by the universe and should not want to pierce it. I am waiting to be interiorly submerged, to be hidden. I paint, may be to appear.[15]

The body appears then by projecting itself, by seeing itself through its double. By opposing against the commonly held belief, based on the recognition that in much of the technology consciousness is drawn out of the body and into an electronic construct, Kozel emphasizes that the experience was one of extending her body, not losing or substituting it.[16]

Armando Menicacci, a researcher in dance and new technologies, maintains that the central question of the human existence is based on self-projection, on virtualization in Pierre Lévy’s terminology.

The actual is what is experienced here and now in the course of this constant human process of tension that is focused on the imaginary. From then on, the digital, as the producer of virtual realities would not be alienating, but essentially human, because the process of virtualization is not only inherent in human but is proper to human. [17]

What Susan Kozel talks of concerning her experiences throughout Telematic Dreaming is a manifestation of this virtualization. This is about a total integration of the body through a corporeality achieved by the stimulation of the senses with the help of technology.

The perception of the external world is achieved by the projection of the imaginary through the process of virtualisation. Dance is a field where corporeality is operated by the order of the sensible, in which sensations are at play, and from which the body extends its limits. The collaboration of digital technology and dance creates a space of experimentation and enrichment of the senses. Corporeality does not depend simply on the materiality of the body, but rather of the imaginary that stimulates the sensations, in the way that Antonin Artaud conceived the double for the realm of theatre.

[1] Steve Dixon, Digital Performance, Leonardo 2007
[2] Antonin Artaud, The Theatre and its Double, 1938
[3] Pierre Lévy, Qu’est-ce que le virtuel?
[4] Marvin Carlson, Introduction to Performance
[5] Steve Dixon, Digital Performance,
[6] Thecla Schiphorst, “Bodymaps: artifacts of touch”
[7] Michel Bernard, “Sens et fiction, ou les effets étranges de trois chiasmes sensoriels”. Nouvelles de Danse, p.62
[8] Thecla Schiphorst, “Bodymaps: artifacts of touch”
[9] Thecla Schiphorst, “Bodymaps: artifacts of touch”
[10] Michel Bernard, “Sens et fiction, ou les effets étranges de trois chiasmes sensoriels”. Nouvelles de Danse, p.63
[11] Susan Kozel, “Spacemaking : Experiences of a Virtual Body” . Dance and New Technology Zone
[12] Maurice Merleau-Ponty, L’œil et l’esprit. Gallimard, 1964, p.21
[13] Susan Kozel, “Spacemaking : Experiences of a Virtual Body” . Dance and New Technology Zone
[14] Ibid.

[15] Maurice Merleau-Ponty, L’œil et l’esprit. Gallimard, 1964, p.31
[16] Susan Kozel, “Spacemaking : Experiences of a Virtual Body” . Dance and New Technology Zone
[17] Armando Menicacci, « L’enseignement de la danse face au numérique ». Nouvelles de Danse 40-41, Automne-Hiver, 1999, p.58

Beyhan Murphy'den Hüsn-ü Aşk'a Dair


bu yazının bir bölümü 22.01.08'de Radikal Gazetesi'nde yayınlandı.

Hüsn-ü Aşk’a Dair 18. yüzyıl Divan Edebiyatı’nın çağdaş bir yorumu.

Arzu diyorlar. Sarhoşluk diyorlar.
Başı sonu yok bu yolun, bilmiyorlar.
Sesim nefesimin gizidir.
Yolum, soluğunun sesinde gizlidir.
Kubilay Tunçer

Aylin Kalem
Shakespeare’in Romeo ile Juliet adlı eseri yüzlerce kez klasik ve modern yorumlarla tiyatro
oyunlarında, filmlerde, balelerde, müzikallerde karşımıza çıkmış; replikleri, sahneleri hafızamıza kazınmıştır. Doğu’nun aşk hikayeleriyle karşılaştırılmıştır: Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin... Dünya edebiyatında Aşk’ın temsili olarak yerini almıştır.

Bir de Tanrı’ya, Mutlak Gerçek’e olan aşkın öyküleri vardır. Bu uğurda yapılan yolculuklar, kahramanlıklar, fantastik varlıklarla savaşlar... 16. yüzyıl İngiliz şairi Edmund Spenser’ın The Faerie Queene (Peri Kraliçesi) adlı, erdemlere övgü niteliğindeki alegorik yapıtında Kral Arthur şövalyelerinin “Faerieland” adlı fantastik ülkedeki yolculukları anlatılır. 17. yüzyıl İngiliz şairi John Milton’ın Paradise Lost (Kayıp Cennet) adlı epik şiiri ise Adem ile Havva’nın aşkının, Şeytan’ın önderliğinde cennetten kovulmaları üzerinden anlatımıdır.

Şeyh Galip’in 18. yüzyılda yazdığı Hüsn ü Aşk (Güzellik ve Aşk) adlı yapıtıysa tasavvufi bir mesnevî olmakla birlikte ‘güzellik’ ve ‘aşk’ kavramlarıyla temsil edilen, kadın ve erkek arasındaki aşkın bir soyutlamasıdır. Sembolik ve alegorik öğelerle bezenmiş sürreel bir masal niteliğindedir. Hayal ile gerçeğin birbirine karıştığı bir yolculuktur. İçsel dönüşümü temsil eden fantastik bir kurgudur. Konusu itibariyle evrenseldir, zamansızdır. İşte bu şiirsel öyküyü bu çağa taşımak, ondan bahsetmek, onunla kurulan ilişkiyi yansıtmak, bugünün estetiğiyle sahnede sunmak Beyhan Murphy’nin amacı olmuş.

Beyhan Murphy, Divan Edebiyatı’nın en güçlü yapıtlarından biri, Tanpınar'ın deyişiyle “avîze gibi renk ve ışık dolu şiir”i, Hüsn ü Aşk’ı baleleştirmek değil ancak ona ‘dair’ bir eser koyabileceğinin vurgusuyla İstanbul Devlet Opera ve Balesi için ‘bugüne ait’ bir başyapıt ortaya koymuş. Hüsn-ü Aşk’a Dair’de ‘Güzellik’ kadındır, ‘Aşk’ ise erkek. ‘Sühan’ şiirsel gücü barındıran sözdür. ‘Gayret’ ‘Aşk’ın arkadaşıdır, onun gayretidir; ‘Hayret’ ise engel. Bu öyküde ‘Sühan’ kuş formunda vücut bulur. Aşkı başlatan odur. Edmond Rostand’ın Cyrano de Bergerac adlı oyununda da Roxane’ı Christian’a aşık eden sözün büyüsü değil midir?

Hüsn-ü Aşk’a Dair’de hayranlık uyandıran tüm unsurların eşit derecede özen ve başarıyla hazırlanmış olmaları. Müzik, dans, metin, dekor, kostüm, ışık, film, hepsi de aynı ölçüde minimal estetiğe hizmet ediyor. Hiçbiri diğerinin önüne geçmiyor. Rahman Altın’ın müziği, perküsyonun elektronik seslerle buluştuğu, anlatımı destekleyen efektlerin imgeleri doğurduğu, geçmişle geleceğin iç içe geçtiği başlı başına bir kompozisyon. Kubilay Tunçer’in, Hüsn ü Aşk’ın üzerine hazırladığı şiiri ise, sözün ve yazının gücünü ve gelip geçerliğini yansıtan, anlam kıvraklığı ile kurgulanmış bir ses zenginliği sunuyor. Bu şiiri sahnede kendisi okuyor; bazı temsillerdeyse Memet Ali Alabora yorumluyor. Behçet Malikler’in dekor tasarımı son derece yalın ve işlevsel, özellikle ikinci perdede Ahmet Defne’nin ışık tasarımıyla birlikte sürprizler sunuyor. Ayşegül Alev’in kostüm tasarımıysa son derece çağdaş, yaratıcı ve eseri fütüristik ve fantastik bir seviyeye taşıyan bir görsellik sergiliyor. Şafak Uysal ve Doğuş Bitecik’in film tasarımı bugünün teknikleriyle hazırlanmış, yazı ve metindeki imgelerden yola çıkarak resmettikleri sembolleri kaligrafik bir estetikle sahneye taşıyor. Yeni kuşak dansçıların dans teknikleri ve oyunculukları çok güçlü; dinamik bir varlık sergiliyorlar. Hüsn-ü Aşk’a Dair, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ni uluslararası platformda hiç kuşkusuz başarıyla temsil edebilecek bir eser. İçinde Yüzüklerin Efendisi, The Matrix gibi popüler fantastik filmlerin de estetiğini bulabileceğiniz bu modern bale eserini bugün 20:00’de AKM’de izleyebilirsiniz.

Hiç aşktan özge şey revâ mı
Sarf etmeye inci gibi kelâmı

Binlerce kez tekrar edilse bile
Bıkma sen anlat o şarabı yine

Hem ne varsa alemde hepsi aşktan ibaret
Geri kalan ne varsa; keder, elem, şomluk, dert
Şeyh Galip

Garaj’da Mahrem... TimeOut Istanbul, January 08



Mahrem Venedik Dans Bienali’nden sonra ilk kez Türkiye’de oynanıyor.



Aylin Kalem

Türkiye’de çağdaş dansın gelişiminde önemli figürlerden ve İstanbul Dans Topluluğu’nun kurucusu Geyvan McMillen ile Garajistanbul’da sergilenecek Mahrem adlı çalışması ve Yıldız Teknik Üniversitesi Dans Programı öğrencileri hakkında konuştuk.

Mahrem’in oluşum süreci nasıl gelişti?
2005 yılında Venedik Dans Bienali’nde Müslüman kadın bedeni üzerine bir bildiri sunmuştum. Bu bildirinin yanında 15 dakikalık bir gösteri de sunduk. Daha sonra, bu çalışmanın uzun bir versiyonunu sunmak üzere bienalden davet aldım. Ben de daha önce yaptığım Kimlikler adlı çalışmayla birlikte Mahrem’i de 35 dakikaya çıkararak bir program hazırladım. 13-14 Haziran 2006’da “İstanbul Dans Tiyatrosu” olarak gösterimizi sunduk. Bizi davet etmelerindeki neden Müslüman kadın bedenine yaptığımız vurguydu. Çalışmalarımız ilgiyle karşılandı. Avrupa’da Türkiye’deki çağdaş dans alanı çok az tanınıyor. Bu yüzden oldukça ilgi gördük. İşin en güzel tarafı şuydu benim için; bu tekniği nasıl keşfettiniz diye sordular. Sahnede dansçıların gösterdikleri teknik çok özgündü onlar için. Bizi çok farklı buldular. Sanırım bu çalışmayı doğaçlamalardan yola çıkarak oluşturmam böyle bir tekniğin de oluşmasına neden oldu. Dansçıların doğaçlamalar sırasında yaptıkları cümleleri seçip kurguladım. Yani dansçı doğaçlıyor ve ben de onun yaptığı işi kendi yapmak istediğim iş olarak görüyorum. Konuyla birebir ilgili doğaçlamalardan yola çıkıyorum. Aslında daha çok bir yöntemdi bu benim için.

Mahrem’de nasıl bir konu işliyorsunuz?
Yıllardır eserlerimde kadını sorguluyorum; yalnızca ülkemizdeki konumunu değil, evrensel olarak kadını işliyorum. Ülkemizde kadına olan baskı ve şiddet hikayeleri beni çok rahatsız ediyor. Neden kadın kendine yapılan şiddete karşı gelmiyor ve kendini özgür kılmıyor sorusunu hep soruyorum. Toplumumuzda genel olarak kadına baskı uygulanıyor, bu yüzden kadın ürkek yetişiyor. Ben bu çalışmada şiddete razı olmayan kendini özgürleştiren kadını işlemek istedim. Erkeğin baskısını ve kadını yok etmesini göstermenin yanında aynı zamanda da kadını güçlendirdim. Buna inanıyorun zaten. Kadın güçlü olduğu, ne istediğini bildiği ve farkına vardığı takdirde ne yapmak istiyorsa ona ulaşabilir.

Çalışmalarınızda genel olarak toplumsal konuları mı işliyorsunuz?
Evet, ben çalışmalarımda toplumsal hikayelerden yola çıkıyorum; var olan değil de, gözlemlediğim hikayelerden. Bence her insanın bir hikayesi, duruşu ve kimliği var. Önemli olan bunun farkına varmak.

Mahrem’i oluşturmanıza Venedik Dans Bienali mi neden oldu?
Hayır. Ben zaten kadın üzerine bir çalışma yapmayı tasarlıyordum. Bu teklif tesadüf oldu. Ismael Ivo, biz “CRR Dans Tiyatrosu” adı altında çalışırken İstanbul’a gelip Hamlet’i sahneye koyduğu sırada ona, kadını işleyen bir eser yapma arzumdan bahsetmiştim. Hatta Nilüfer Göle’nin bir kitabından çok etkilendiğimi açıklamıştım. O da bu çalışmaya ilgi gösterdi.

CRR’nin dansa destek olmayı bırakmasından sonra nasıl bir yol izliyorsunuz?
“İstanbul Dans Tiyatrosu” olarak topluluğumuzun adını değiştirdik. Bağımsız olarak kendi çabalarımızla devam ediyoruz, bu yüzden de çok kıymetli. Sanatı var eden zaten sanatçı. Sanatçı olmazsa zaten sanat yok. CRR’de yönetim değişince dansı istemediklerini ifade ettiler. Şu anda bir tek zorluğumuz prodüksiyon bütçesi. Elimden geldiğince ben kendim karşılıyorum. Ama zaman içinde gişe hasılatından ve özel sponsorluklardan kaynak oluşturmayı ümit ediyoruz.

Mahrem’i Garajistanbul’a nasıl uyarlıyorsunuz?
Garajistanbul’un sahnesi çok güzel bir sahne. Ama orada sergilenen işlerin oraya yönelik oluşturulması gerek. Hem küçük hem de samimi bir sahnesi var. Oraya göre bir prodüksiyon yapmak çok daha zevkli olur. Mahrem’in bu sahnede oynayabilmesi için dansçı kadrosunu azalttık.

Topluluk üyeleri Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencilerinden değil mi?
Evet, öğrenci ve mezunlardan oluşuyor. Amaç onlara farklı imkanlar sunmak. “CRR Dans Tiyatrosu” iken de amaç buydu; onlara maaşlı bir ortam yaratmaktı kendi alanlarının içinde. Şimdi tek düzenli maaş aldıkları yer Zeynep Tanbay’ın Akbank Sanat’taki dans topluluğu. Bu topluluğun çoğu dansçıları bizim bölümden. Dansın gelişebilmesi için dansçıların maddi olarak da gelirleri olması gerekir. Maalesef orada zorluk var, hala yenemedik bu durumu. Türkiye’de bir dans topluluğunun var olabilmesi için prodüksiyon aşamasında ciddi bir sponsor desteği alabilmeli. Sanatçı yapmak istediklerini tamamiyle gerçekleştiremiyor çünkü birçok şeyde kısıtlanıyoruz. Bana en çok yardımcı olan kurumlar RPM Radar ve Hayaka Artı. Ekipte tasarımcı ve sanatçı Dilara Akay, ışık tasarımcısı Ayşe Ayter, dansçılar Tan Temel ve Sernaz Demirel var. Eşim Paul McMillen, her zaman çok büyük destek oluyor.


YTÜ Dans Programı nasıl öğrenci yetiştirmeyi hedefiyor?
Burada biz öğrencileri yaratıcı dansçı olarak yetiştirmek istiyoruz. Üniversite bünyesinde dansçı yetiştirmek konservatuarlardan farklı. Burada öğrenci daha disiplinlerarası ve entelektüel bir ortamda yetişiyor. Eğer öğrenci kendisini yetiştirmek isterse kendi program derslerinin dışında, fakültenin ve üniversitenin içinden de dersler alabiliyor, araştırmacı yetişiyor. İnsan kendi mesleğinde çok iyi yetişmeli. Örneğin iDANS festivali’nde izlediğimiz Vera Mantero’nun çok iyi bir dans eğitimi almış olması ona öyle bir beden farkındalığı ve özgünlüğü yakalamasına neden oluyor. Türkiye’de dansçıların bunu bilmesi gerekiyor. Dans etmek çok uzun yıllar uğraşı gerektiriyor. Sanat yapmak çok zor bir şey, herkesin yapabileceği birşey değil. Dürüst olmak ve uğraşmak gerekiyor. %25 sanatçı olunamaz, ancak %100 olabilirsin. Martha Graham’ın bir sözü var: “Beden hiçbir zaman yalan söylemez.”

Aydın Teker's new creation: harS

The choreographer Aydın Teker, the pioneer of contemporary dance in Turkey, carries on exploring the process of ‘becoming’ of the human body in its extensionality in her new choreographic piece harS. It is an inventive symbiosis between a human body and a harp, in which unexpected relations are relentlessly investigated. This investigation never settles on any definition, but constantly exposes new forms of symbiosis. Aydın Teker succeeds in deconstructing the powerful meaning and the prevailing aesthetics of the instrument. It is about a variety of potential associations displayed and non-displayed.

This work consisting of a performer and a harp stands as a performative installation exposed on stage. The coupling of two distinct entities enhances the piece a sculptural quality with images of chimerical beauty. The conventional image of the harp as a static and two-dimensional object is overcome by shifting its plane and its vanishing points in a three-dimensional environment. Thus, each curve and line of the instrument is re-discovered in its geometrical design. The body is complementing the harp by filling its gaps in space. Thus, the robustness of the instrument is overturned by the malleability of the body.

The harp provides a territory for the performer. Balance and risk are again in play. The spectator contemplates a virtuosic relation of strength and control minutely worked out. And the hallucinatory symbiosis of the two, with the asymmetric articulation of the harp’s movement, generates images of chimerical creatures recalling the delicate gestures of a swan, a snail, or a mermaid, emitting most dramatic sounds.

harS, in its performative quality resembles an ‘art and science’ project, like the choreographer’s previous work aKabı. It creates phantasmic images of a mutant, not genetically but rather physically and kinetically engineered.

Aylin Kalem
Istanbul, 30 November 2007