Xavier Le Roy, Ivana Müller ve Tarek Halaby
Aylin Kalem
70’li yıllarda dans/performans alanında üründen ziyade yaratım sürecini gösterme fikri oldukça revaçtaydı. Yvonne Rainer’in Continuous Project – Altered Daily adlı projesi, sahnede bitmiş bir ürün sergilemektense sadece yaratım sürecine odaklı, halka açık yerlerde sunulan ve hiç bir zaman bitmeyecek bir prova sürecinden oluşuyordu. Rainer, genel olarak bir projenin çoğu zamanının provalardan oluştuğunu öne sürerek izleyiciyle bu dilimi paylaşmanın daha mantıklı olduğu görüşündeydi. Sonuçlanmış bir iş yerine süreci paylaşmayı öneriyordu. Şimdiyse, özellikle son yıllarda “sunum-performans” kavramı koreograflar arasında ilgi çekmeye başladı. Bu tür performanslarda, ne sonuç, ne de yaratım süreci sunuluyor. Bunların yerine projenin başlangıç aşamasını oluşturan kavramsal tasarımını belirleyecek bir süreç paylaşılıyor izleyicilerle. İçinde koreografik bir tasarımı barındırabilecek bir sanallık anlayışıyla kurgu ve gerçeklik arasında sınırda dolaşan bir anlatı ortaya çıkıyor. Burada koreograf, kendi biyografisiyle, koreograf kimliğiyle ve izleyiciyle olan iletişimiyle hesaplaşıyor. Teorik alıştırmayı öne çıkararak sosyal, kültürel, tarihi ve bilimsel açılardan bedeni sorguluyor; bir konferans sunumu veya stand-up şeklinde tasarlanmış bir kurguyla alışılmış gösteri anlayışına meydan okuyor.
iDANS’ta, ‘solo’ kavramıyla örtüşen sunum-performans örneklerinden biri olarak Xavier Le Roy’nın 1999 yapımı Product of Circumstances adlı çalışması yer alıyor. Koreografın kişisel tarihi üzerinden bilim ve sanatın bedene karşıt yaklaşımlarını inceleyen bir sunum niteliğinde olan bu çalışma teori ve pratiği birleştiren bir anlayışla sergileniyor. Le Roy bu sunumda, bir yandan moleküler biyoloji üzerine doktorasını yaparken meme kanseri üzerine çalıştığı tezinden bölümler sunuyor, bir yandan da bu süre içinde haftanın iki günü gittiği dans kurslarında karşılaştığı egzersizlerden örnekler gösteriyor. Bunları bir konferans formatında sunarak kendi bedensel eylemlerine nesnel olarak yaklaşması ve yabancılaşması izleyicinin algısında komik unsurlar olarak duruyor. Bir tarafta bedene nesnel yaklaşıp sorunlara açıklamalar getirerek herşeyin kontrol altında olduğu hissini uyandırıp insanları tatmin etmeye çalışan bir bilim anlayışı, diğer tarafta ise bedene metaforlarla yaklaşıp soyut kavramlar ve öznel tavırlar sergileyen dans dünyası var. Xavier Le Roy, moleküler biyoloji kariyerinden gitgide uzaklaşarak girdiği dans serüvenini aktarırken dans alanında da gördüklerinden pek tatmin olmadığını dile getirerek tek başına çalışma kararını almasındaki nedenleri sıralıyor; dansla ilgili pek çok sorusunu izleyiciyle paylaşıyor.
How Heavy Are My Thoughts ise Ivana Müller’in 2003 yapımı bir çalışması. Performans sanatçısı, koreograf ve tiyatro yönetmeni Ivana Müller, ‘ağır düşünceler’ metaforundan yola çıkarak düşünceleri ağır olduğunda kafasının da daha ağır olup olmadığını araştırıyor. Düşünce bedenin neresinde yer alır, ölçülebilir mi, görülebilir mi ya da düşünceden tamamiyle kurtulmak mümkün mü? ‘Düşünüyorum öyleyse varım’ saptamasına karşılık düşünmeden de var olmak olası mı? Bilimsel bir laboratuvar niteliğinde gelişen ve 50 denek kullandığı bu araştırmasında fizikçi Prof. F. Siemsen, felsefeci Prof. Bojana Kunst, psikolog Prof. W.A. Wagenaar, psikiyatr Dr.Christian Röder, trampolin eğitmeni Alexandra Thiel’den yardım alıyor. Müller, ‘Ağır’ kavramını düşünce ve kafa üzerinden inceleyerek soyut/somut, düşünsel/bedensel, ölçülemez/ölçülebilir gibi iki farklı kutupta yer alan saptamaları birleştiriyor. Aynı zamanda tiyatroyla bilimi birbirine yaklaştırdığı alışılmışın dışında bir anlatı biçimini deniyor.
2005 yapımı An attempt to understand my socio-political disposition through artistic research on personal identity in relationship to the Palestinian-Israeli conflict’te Tarek Halaby, bir projenin yaratım süreci ile belirsiz kimliğini sorguladığı stand-up niteliğinde bir performans sergiliyor. ABD’deki dans eğitiminden sonra Belçika’ya yerleşerek Anne Teresa de Keersmaeker’in okulu P.A.R.T.S’ta eğitimini sürdürürken giriştiği bu projenin biçimsel niteliğini oluştururken düştüğü çıkmazlardan yola çıkan sanatçı aynı zamanda da projenin içeriğini oluşturan kimlik sorunuyla baş etmeye çalışıyor. Kendini Amerikalı olarak tanımlamaya kalkıştığında ailesiyle ilişkili kişisel tarihinin onu tanımsız ve kabul görmeyen bir kimliğe sürüklediğini açıklıyor. Amerikalı bir anne ve Filistinli bir babaya sahip Halaby’nin çocukluğunu Ürdün’de geçirmesi, 10 yaşında Amerika’ya yerleşmesi ve şu anda Belçika’da yaşamasından kaynaklanan kimlik belirsizliğinin Filistin’de yaşayan Filistinlilerin kimlik sorunuyla örtüştüğünü saptıyor. Kavramsal yapısının sağlam temellere oturduğu bu projeyi, hareket ve dansla ifade etmede zorluk çekmesi kendisine şu soruyu sorduruyor: Dans eğitimi almış olmam projemi dansla ifade etme zorunluluğunu mu getiriyor? Samimi bir yaklaşımla komik unsurlar taşıyarak sunduğu bu performans hem biçim hem içerik hem bedensel hem de kavramsal yapısıyla Halaby’nin anlatmak istediğini çok güçlü bir biçimde ortaya koyuyor. İzleyici böylece bir gösteriden beklediklerini de yeniden değerlendiriyor.
Festivaldeki bu üç sunum-performansı, sadece içeriği değiştirmenin dans alanına yenilik getirmede yeterli olmayacağını, biçimin de yeni olması gerektiğini ortaya koyuyor. Biçimin içeriği tanımladığı, anlamın bağlamla ilişkili olarak oluştuğu deneyimler araştırılıyor. Bu tür çalışmalar dansı bir yandan kavramsal sanata yaklaştırıyor bir yandan da dansta yeni anlatı biçimlerinin doğmasına olanak verecek bir zemin hazırlıyor. Ticari kaygılarla üretilen belli bir algı tasarımına yönelik yapımları eleştiriyor. Tiyatro pratiği ile kuramını izleyicinin algısıyla oynayarak birleştiriyor ve farklı bir biçim oluşturuluyor. Pirkko Husemann’ın deyişiyle sahnede bir çalışmanın varolmayan mevcudiyetinin bir söylem niteliğinde yer almasını izliyoruz.
Aylin Kalem
70’li yıllarda dans/performans alanında üründen ziyade yaratım sürecini gösterme fikri oldukça revaçtaydı. Yvonne Rainer’in Continuous Project – Altered Daily adlı projesi, sahnede bitmiş bir ürün sergilemektense sadece yaratım sürecine odaklı, halka açık yerlerde sunulan ve hiç bir zaman bitmeyecek bir prova sürecinden oluşuyordu. Rainer, genel olarak bir projenin çoğu zamanının provalardan oluştuğunu öne sürerek izleyiciyle bu dilimi paylaşmanın daha mantıklı olduğu görüşündeydi. Sonuçlanmış bir iş yerine süreci paylaşmayı öneriyordu. Şimdiyse, özellikle son yıllarda “sunum-performans” kavramı koreograflar arasında ilgi çekmeye başladı. Bu tür performanslarda, ne sonuç, ne de yaratım süreci sunuluyor. Bunların yerine projenin başlangıç aşamasını oluşturan kavramsal tasarımını belirleyecek bir süreç paylaşılıyor izleyicilerle. İçinde koreografik bir tasarımı barındırabilecek bir sanallık anlayışıyla kurgu ve gerçeklik arasında sınırda dolaşan bir anlatı ortaya çıkıyor. Burada koreograf, kendi biyografisiyle, koreograf kimliğiyle ve izleyiciyle olan iletişimiyle hesaplaşıyor. Teorik alıştırmayı öne çıkararak sosyal, kültürel, tarihi ve bilimsel açılardan bedeni sorguluyor; bir konferans sunumu veya stand-up şeklinde tasarlanmış bir kurguyla alışılmış gösteri anlayışına meydan okuyor.
iDANS’ta, ‘solo’ kavramıyla örtüşen sunum-performans örneklerinden biri olarak Xavier Le Roy’nın 1999 yapımı Product of Circumstances adlı çalışması yer alıyor. Koreografın kişisel tarihi üzerinden bilim ve sanatın bedene karşıt yaklaşımlarını inceleyen bir sunum niteliğinde olan bu çalışma teori ve pratiği birleştiren bir anlayışla sergileniyor. Le Roy bu sunumda, bir yandan moleküler biyoloji üzerine doktorasını yaparken meme kanseri üzerine çalıştığı tezinden bölümler sunuyor, bir yandan da bu süre içinde haftanın iki günü gittiği dans kurslarında karşılaştığı egzersizlerden örnekler gösteriyor. Bunları bir konferans formatında sunarak kendi bedensel eylemlerine nesnel olarak yaklaşması ve yabancılaşması izleyicinin algısında komik unsurlar olarak duruyor. Bir tarafta bedene nesnel yaklaşıp sorunlara açıklamalar getirerek herşeyin kontrol altında olduğu hissini uyandırıp insanları tatmin etmeye çalışan bir bilim anlayışı, diğer tarafta ise bedene metaforlarla yaklaşıp soyut kavramlar ve öznel tavırlar sergileyen dans dünyası var. Xavier Le Roy, moleküler biyoloji kariyerinden gitgide uzaklaşarak girdiği dans serüvenini aktarırken dans alanında da gördüklerinden pek tatmin olmadığını dile getirerek tek başına çalışma kararını almasındaki nedenleri sıralıyor; dansla ilgili pek çok sorusunu izleyiciyle paylaşıyor.
How Heavy Are My Thoughts ise Ivana Müller’in 2003 yapımı bir çalışması. Performans sanatçısı, koreograf ve tiyatro yönetmeni Ivana Müller, ‘ağır düşünceler’ metaforundan yola çıkarak düşünceleri ağır olduğunda kafasının da daha ağır olup olmadığını araştırıyor. Düşünce bedenin neresinde yer alır, ölçülebilir mi, görülebilir mi ya da düşünceden tamamiyle kurtulmak mümkün mü? ‘Düşünüyorum öyleyse varım’ saptamasına karşılık düşünmeden de var olmak olası mı? Bilimsel bir laboratuvar niteliğinde gelişen ve 50 denek kullandığı bu araştırmasında fizikçi Prof. F. Siemsen, felsefeci Prof. Bojana Kunst, psikolog Prof. W.A. Wagenaar, psikiyatr Dr.Christian Röder, trampolin eğitmeni Alexandra Thiel’den yardım alıyor. Müller, ‘Ağır’ kavramını düşünce ve kafa üzerinden inceleyerek soyut/somut, düşünsel/bedensel, ölçülemez/ölçülebilir gibi iki farklı kutupta yer alan saptamaları birleştiriyor. Aynı zamanda tiyatroyla bilimi birbirine yaklaştırdığı alışılmışın dışında bir anlatı biçimini deniyor.
2005 yapımı An attempt to understand my socio-political disposition through artistic research on personal identity in relationship to the Palestinian-Israeli conflict’te Tarek Halaby, bir projenin yaratım süreci ile belirsiz kimliğini sorguladığı stand-up niteliğinde bir performans sergiliyor. ABD’deki dans eğitiminden sonra Belçika’ya yerleşerek Anne Teresa de Keersmaeker’in okulu P.A.R.T.S’ta eğitimini sürdürürken giriştiği bu projenin biçimsel niteliğini oluştururken düştüğü çıkmazlardan yola çıkan sanatçı aynı zamanda da projenin içeriğini oluşturan kimlik sorunuyla baş etmeye çalışıyor. Kendini Amerikalı olarak tanımlamaya kalkıştığında ailesiyle ilişkili kişisel tarihinin onu tanımsız ve kabul görmeyen bir kimliğe sürüklediğini açıklıyor. Amerikalı bir anne ve Filistinli bir babaya sahip Halaby’nin çocukluğunu Ürdün’de geçirmesi, 10 yaşında Amerika’ya yerleşmesi ve şu anda Belçika’da yaşamasından kaynaklanan kimlik belirsizliğinin Filistin’de yaşayan Filistinlilerin kimlik sorunuyla örtüştüğünü saptıyor. Kavramsal yapısının sağlam temellere oturduğu bu projeyi, hareket ve dansla ifade etmede zorluk çekmesi kendisine şu soruyu sorduruyor: Dans eğitimi almış olmam projemi dansla ifade etme zorunluluğunu mu getiriyor? Samimi bir yaklaşımla komik unsurlar taşıyarak sunduğu bu performans hem biçim hem içerik hem bedensel hem de kavramsal yapısıyla Halaby’nin anlatmak istediğini çok güçlü bir biçimde ortaya koyuyor. İzleyici böylece bir gösteriden beklediklerini de yeniden değerlendiriyor.
Festivaldeki bu üç sunum-performansı, sadece içeriği değiştirmenin dans alanına yenilik getirmede yeterli olmayacağını, biçimin de yeni olması gerektiğini ortaya koyuyor. Biçimin içeriği tanımladığı, anlamın bağlamla ilişkili olarak oluştuğu deneyimler araştırılıyor. Bu tür çalışmalar dansı bir yandan kavramsal sanata yaklaştırıyor bir yandan da dansta yeni anlatı biçimlerinin doğmasına olanak verecek bir zemin hazırlıyor. Ticari kaygılarla üretilen belli bir algı tasarımına yönelik yapımları eleştiriyor. Tiyatro pratiği ile kuramını izleyicinin algısıyla oynayarak birleştiriyor ve farklı bir biçim oluşturuluyor. Pirkko Husemann’ın deyişiyle sahnede bir çalışmanın varolmayan mevcudiyetinin bir söylem niteliğinde yer almasını izliyoruz.
No comments:
Post a Comment