Güneşli bir pazartesi iki erkek vapurda ne konuşur?
Dostluk ve erkekliğe dair bir ‘fiziksel tiyatro’ çalışması.
Aylin Kalem İşcen
Güneşli Pazartesi Şafak Uysal (Laboratuar) ve Bedirhan Dehmen’in (BGST-Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu) ilk kez birlikte ortaya koydukları çağdaş bir sahne işi. İki erkeğin bir vapur seferi süresince aralarındaki dostluğu ‘erkeklik’ kavramı üzeriden irdeledikleri ve kendilerinin ‘fiziksel tiyatro’ olarak tanımladıkları bu çalışmada sahne tasarımı ve video sayesinde seyirci 50 dakika süresince bir vapur seferini yaşıyor. Geçtiğimiz ay Kargart’ın Beden-ek projesinin garajistanbul ayağı çağdaş sahnelemeler kapsamında dört işten bir tanesi olarak sergilenen Güneşli Pazartesi.bu ay da tek program olarak iki kez seyircilerin karşısına çıkıyor. Bedirhan ve Şafakla prova sonrası konuştuk.
Bu çalışmanın çıkış noktası nedir?
ŞAFAK:
Erkekler arası dostluğu temel alan bir iş. Bu doğal olarak tanışıklığımızdan, birlikte geçtiğimiz süreçten doğdu. Ortam paylaşıyor olma, benzer sorunlarla karşılaşma ve bunlara benzer pozisyonlardan cevap verme bizi biraraya getirdi. Dansa ikimizin de alışılmışın dışında biryerlerden gelmesi bizi birleştirdi. Bedirhan’ın halk oyunlarından, sosyoloji temelli ve dansa akademik yaklaşması, benim ise şehir planlama temelli olmam, profesyonel dansçı olmamam ve dansa daha çok akademik çalışmalarla yaklaşmam, dolayısıyla ikimizin de farklı geçmişlerden gelmesi dans camiasında bizi benzer bir konuma getirdi. Hem gündelik yaşama karşı takındığımız tavır hem de akademik kaygılar itibariyle, birşey üretirken kuramdan ne kadar beslendiğimize kadar bir dolu ortak yanımız olduğunu keşfettik. Aslında beraber bir iş çıkarmak için fırsat kolluyorduk. Beden-ek bu anlamda vesile oldu.
Öyleyse beden-ek kapsamında kuramdan yola çıkarak ürettiğinizi söyleyebilir miyiz?
ŞAFAK:
Öncelikle güncel olması bizim için önemliydi. Kendi hayatımızda karşılığı olan ve güncel olan bir duruma değinmek istedik. Sorunsallaştırmak istediğimiz pek çok tema var bu anlamda. Erkekler arası dostluk meselesini biraz daha deşelim, bunun sorunlu taraflarını, nerelerde işleyip işlemediğini, güçlü ve zayıf taraflarını inceleyelim istedik. Toplumsal ve bireysel düzlemlerde buna atfedilen klişeler neler, yüklemeler neler bunlara bakalım istedik.
Yaptığınız işi ‘çağdaş sahnelemeler’ dahilinde nasıl tanımlıyorsunuz?
ŞAFAK:
En azından bu işte ikimiz de soyut dansla ilgili bir kaygıyla yola çıkmadık. Hem ikimizin de gündeminde olan bir meseleye odaklanmak hem daha okunabilir bir yere gitmek bakımından fiziksel tiyatroya daha yakın duruyoruz. Soyut veya avangard bir dans çizgisine yönelmesindense hareketin karşı taraftan belli bir amaç için kullanıldığının okunabilir bir hale geldiği, tamamen bir senaryo takip etmek değil ama seyirciyle teması daha sıkı tutan, dramaturjik alt yapısını belli bir tematik gelişimi desteklemek üzere kurmaya odaklanan bir iş çıkarma eğilimindeyiz zaten. Her ne konu üzerine odaklanmış olsaydık bence yine böyle yaklaşırdık.
Bu işte kurgu ses, video ve sahne tasarımıyla entegre olmuş durumda. Oyunun neredeyse tamamını vapur seferinde kuruyoruz. İki arkadaş arasında birden fazla güne yayılmış olabilecek bir dolu enstantaneyi tek bir sefere sıkıştırarak kurguluyoruz oyunu. Vapur güvertesini sembolik bir boyutta sahne üstüne kuruyoruz. Bunun için videodan ciddi boyutta yararlanıyoruz. Aslında videoyu mekan kurucu bir unsur haline getiriyoruz. Sahne sürekli değişen bir mekan haline geliyor. Vapur bizim için hem yolculuk hem sistemden biraz kopuk, alışverişlerin oluşabilmesi için zemin yaratabilecek bir metafor. Dolayısıyla hem tematik hem de fiziksel anlamda vapur seferi hikayesi bizim için önemli bir kurucu unsur haline geldi ve etrafındaki bir dolu gösterge: rüzgar, dalga, kuş, iskele, su, salınım... sesiyle, görüntüsüyle eserin ciddi kurucu elemanları haline geldiler. İşin disiplinlerarası boyutu bizim için çok kritik noktada. Bu anlamda Doğuş Bitecik’in varlığı çok önemli, hem dış bir göz bakımından, hem videoyu kurglarken hem de provalardaki varlığıyla. Bu anlamda eseri üç kişi kuruyor gibiyiz.
Koreografiyi ikiniz birlikte mi oluşturuyorsunuz?
BEDİRHAN:
Koreografiyi, dramaturjiyi, tasarımı, konsepti hepsini birlikte oluşturuyoruz. Tek başına bir dans işi gibi düşünmek pek mümkün değil aslında. Fiziksel tiyatro derken biraz da bunu kastediyoruz. Kavramsal yaklaşımın daha önde olduğu disiplinlerarası bir çalışma yapıyoruz. Dans, tiyatro, video ve sesin birarada olduğu sentetik bir dil yaratmak istiyoruz. Doğrusal olmasa da belli bir olay örgümüz de var. Hem bireysel hem toplumsal meselelerle uğraşarak seyirciyle doğrudan temas kurmayı amaçlıyoruz.
Genel anlamda çağdaş sahneye nasıl yaklaşıyorsunuz?
ŞAFAK:
Çok soyut bir yerde duran bedenin ön planda olduğu bir yerde olmadığımız kesin. Çağdaş dansta klasik ve modern teknikler geride bırakılmış olsa da başka bir virtuozite gelişiyor. Yeni biçimler oluşturma anlamında soyut da kalsa bir beden tapınmasının işin içinde olduğuna inanıyorum. Böyle yaklaşıldığında bedenin formuna dayalı bir estetiğin içinde hapsolma tehlikesi var bence. Biz o formal kaliteyi yine meseleyi ön planda tutarak sadece belli bir niyetin ifade kazanması için kullanıyoruz. Amacımız formal bir kaliteye değil daha çok odaklandığımız meseleye yeni bir önerme getirebilmek.
BEDİRHAN:
Mesela bu işte tangoyu, ‘contact’ ve ‘partnering’ tekniklerini, Stanislavski tekniğinde görebileceğimiz fiziksel eylemler tekniği de kullaıyoruz. Ama yine de tangoyu formu bakımından değil enerjisi bakımından kullanıyoruz. Bu bakımdan bu iş dans seyircisini de dışarıda bırakmayarak biraz daha tiyatro seyircisine yakın duruyor. Oyunun kurgulanış biçimi danstan çok tiyatroya yakın.
ŞAFAK:
Aslında ben bunların hepsine birden tiyatral sanatlar olarak değerlendirilmesinden yanayım. Bunların araçlarının zaman zaman hareket, zaman zaman metin olduğu kavramsal anlamda bir yerlere doğru gidilmesi taraftarıyım.
Beden-ek kapsamında sizin için bu işte beden ve ek ne anlama geliyor?
ŞAFAK:
Burada iki boyut var bence. Bir tanesi “ek” bedeni şekillendiren, üste giyilmiş kimlikler, imgeler... ve bunlardan sıyrılmak ya da bir şekilde bunun dışında bir varoluş mümkün mü diye bir soru var. Bir de birebir anlamıyla bedene eklenen parçalar, prostetik araçlardan tutun da bedenin uzuvlarının eklere dönüştüğü durumlardan bahsediyoruz. Bizim için bu kavramlar karşılığını bulmuş durumda: toplumsal anlamda tanımlanmış olan erkekliğe dair kategoriler ve varolma biçimleri arasından iki erkek nasıl ilişkiye geçiyor? Bunlardan sıyrılmak mümkün mü? Kabuk olarak nitelendirdiğimiz erkeklik kodları bu ilişkiye ne kadar ket vuruyor ya da ne kadar zeminini oluşturuyor? Amacımız bunu sorgulamak. Ve bunların dışında bir ilişki nereye gidebilir? Standard erkeklik kodlarından sıyrılarak daha dengeli bir ilişki biçimine nasıl varılabilir?
Siz bu sorular etrafında nasıl bir duruş alıyorsunuz?
BEDİRHAN:
Erkekliğin kendisini toplumsal bir özne olarak alıyoruz. Kurulmuş olan tarifin dahilinde saf ve bakir bir öz arama derdimiz yok. Bu erkeklik kabuğunun kendisi de çok katı ve kırılmaz değil. Kırıgan ve çatlakları olan bir şey. Bunlardan içeri sızmaya, kabuğu çatlakları göstererek deşifre etmeye çalışıyoruz. Oradan doğru soyut olan bir düzeyde giriştiğimiz bedensel bir temas var. Bunun adını doğrudan koyamıyoruz çünkü mevcut kültürel repertuarımız içinde tarif edebileceğimiz bir şey değil bu. Belki bir olasılık ama tam olarak adını söyleyemiyoruz. Var olanın kabuklarının kırıklarından doğru bir şekilde gerçekleştirilebilecek bir olasılık sadece. Önermemiz bu.
ŞAFAK:
Bu erkeklik kabuğunun sorunsallaştırılması, eleştirilmesi gerektiğini ve bunun içerisinden bir çıkış yol aranması gerektiğini vurguluyoruz. İşin kendisi bunun somut ürünü ama budur dunun doğru yolu dediğimiz bir resim yok içerisinde. Önermemiz daha soyut bir düzlemde duruyor. Olasılıkların altını çiziyor.
Peki sunduğunuz işi bir erkek dünyası olarak tanımlayabilir miyiz?
ŞAFAK: Ağırlıklı olarak evet. Fiziksel olarak sahnede iki erkek var ve erkek kimlikleriyle varlar. Bu anlamda iş erkek dünyasına dair.
Sizce bu işin kadın seyircilerle olan ilişkisi nasıl olabilir?
ŞAFAK: Sadece erkek dünyasında dair olmasının kadın seyircilerle temasını keseceğini sanmıyorum. Takındığımız tavır erkekliği sadece erkeklerin perspektifinden bakan bir yerde değil.
Öyleyse erkek egemen toplumda erkeğe “öteki” olarak bakan bir tavrınız mı var?
ŞAFAK: O durum zaten bence erkeğin kendisinde de yer alıyor. Erkek hegemonyası erkek figürünü o kadar da yücelten bir sistem değil. Erkekleri de kendi içinde başka psikozlara sürüklüyor. Bunun deşifre edilmesi sadece kadınlar tarafından yapılabilecek bir şey değil bilakis erkeklerin yapması gereken bir şey.
Toplumsal olarak erkeklik tarihi ile bireysel olarak erkeklik tarihinin nasıl da çeliştiğini belki de vurguluyorsunuz.
ŞAFAK: Örtüştüğü taraf var bir de örtüşemediği taraflar var. Ve aslında işe sadece erkeklik olarak bakmamalı bir de aslında dostluk meselesi var. Onun da parametreleri belli biçimlerde kabul görüyor, aynı şekilde kabul görmeyen biçimleri var. Erkekliğe dair olduğu kadar erkekler arası ilişkiye de dair.
Toplumsal kılıfa dair getirdiğiniz bu eleştirinin yanında sahne üzerinde gördüğümüz birey olarak erkeğe de eleştiri getiriyor musunuz?
BEDİRHAN: Neticede bu iş sıfırdan yaratıldı, belirli bir metne bağlı kalmaksızın, doğaçlamalarla, tartışmalarla, arka plan çalışmalarıyla yürüyen bir iş oldu. Başlangıçta bireysel deneyimlerden yararlanarak yola çıkalım diyen bir yerdeydik şimdi ise bunlar tamamen tiplemelere, karakterlere dönüşmüş bir durumda. Ben bireysel tarih ile erkekliğin genel tarihinin ayrışabileceğini düşünmüyorum. Bizzat “ben” diye konuşmaya başladığınız yer o erkeklik tarihinin sizi konuşturmaya başladığı yer. Bu ikisini birbirini kuran süreçler olarak tanımlamak gerekiyor. Ama sorunsallaşma olduğunda iki ayrı dünyadan bahsediyoruz.
Güneşli Pazartesi, sosyolojik bir meseleye vapur ve deniz gibi fiziksel çevrenin elemanlarıyla bakmaları ve sahne sanatlarıyla olan ilişkilerinden önce Bedirhan’ın Sosyoloji Şafak’ın da Şehir Planlama eğitimlerinden geçmeleri gerçeğinin bir imzası gibi duruyor.
“Güneşli Pazartesi”
Garajistanbul
9 ve 10 Nisan
20:00
No comments:
Post a Comment