Sunday, April 29, 2007

Marcel.li Antunez Roca - Trendsetter - Jan. 05






DANSTA TEKNOLOJİK EĞİLİMLER





Marcel.li Antunez Roca “Requiem”iyle Monaco Dance Forum’daydı







Aylin Kalem





İki yılda bir düzenlenen Monaco Dance Forum’un 14-18 Aralık tarihlerinde üçüncüsü düzenlendi. Dansta yeni eğilimlerin sergilendiği bu fuara dünyanın her yerinden sanatçılar, araştırmacılar ve yöneticiler gelerek dans gösterileri, yerleştirmeler, atölyeler ve proje sunumları gerçekleştirdiler. Nice Belediyesi’nin de ilk kez bu forumun sempozyum kısmına ev sahipliği yapması, güneşli ve yumuşacık bir havada 20 dakikalık Nice-Monaco arası Côte d’Azur yolculuğuna vesile oldu. Dans alanından sanatçıların kendi aralarında fikir alışverişinde bulundukları bu platform programının tümü heyecan vericiydi. Yine de en ilginç işler multimedya bölümünde sunuldu. Kitsou Dubois’nın dansçılarıyla parabolik uçuşlardaki deneyimlerinden oluşan yerleştirmesi, 20.yy dans gurusu Merce Cunningham’ın teknolojik donanımlarını üstlenen Paul Kaiser ve Shelley Eshkar’ın yere yansıtılmış sanal yayaları, daha önce İstanbul’da Apartman Projesi’nde işi sergilenen Grégory Chatonsky’nin katılımcıya Fred Astaire’in danslarını yeniden düzenleme olanağını verdiği arayüzü ve daha birçok yerleştirme, çeşitli etkileşim yöntemleriyle, algı tasarımının katılımcıyı dönüştürebildiği en son noktayı sundular. En ilginç işlerden biri de Uluslararası İstanbul Festivalleri’nden tanıdığımız “La Fura dels Baus” un kurucularından biri olan Katalan sanatçı Marcel.li Antunez Roca’nın Requiem’iydi.





Requiem, Marcel.li’nin öldükten sonra bedenini hareket ettirebilme fikrinden yola çıkarak gerçekleştirdiği kendi bedeninin ölçüsüne göre yapılmış bir dış-iskelet. Tavana asılarak boşlukta sallanan bu dış-iskelet gerçek bir insan bedeni “gibi” hareket edebiliyor. Yerleştirmenin bulunduğu odaya giren seyirci/katılımcılar optik algılayıcılar sayesinde önceden kaydedilmiş hareket/dans sekanslarını önce istemeden, farkına vardıktan sonra da oyun oynarcasına harekete geçirebiliyorlar. İlk girişte, kırmızı ışığın aydınlattığı bu çelik iskelet boşlukta sallanan bir ceset gibi, yan duvara yansıyan büyümüş gölgesiyle, karanlıkta insanı ürkütmeye yeterken, odadaki konumunuza göre birdenbire hava pistonlarıyla çelik seslerinin karıştığı bir sesle hareket etmeye başlayınca hayalet görmüş gibi oluyorsunuz. Girişin en yakınında bulunan algılayıcı, bu mekatronik (mekanik ve elektronik bileşimi) bedenin küçük hareketler yapmasını sağlıyor. İlk şoku atlattıktan sonra odanın içinde ilerledikçe gitgide daha “sofistike”, aşağı yukarı otuzar saniyelik hareket kombinasyonlarıyla karşılaşıyorsunuz: İsveç aerobiği, tai-chi, çağdaş dans, vesaire. Çelik iskeletin en yakınında durma yürekliliğini gösterdiğinizde ise yerleştirmenin en ihtişamlı gösterisiyle ödüllendiriliyorsunuz: Flamenko. El eklemlerinin vuruşuyla çelik sesli kastanyetler devreye giriyor ve bir flamenko dansçısının karizmasından ve gücünden yoksun bu kaba saba dansçı bozuntusunun karşısında kendinizi en azından gülümsemekten alı koyamıyorsunuz. Bu gösteride Katalan sanatçının öldükten sonra da İspanyol kimliğini koruma arzusu kendini belli ediyor.





Marcel.li bu yerleştirmeyi kimi zaman bir performansa dönüştürüyor. 15 Aralık’ta da Monaco Dance Forum kapsamında Prenses Caroline’in yüksek huzurunda ve biz seyircilerin karşısında bu dış-iskeletin içinde ufak bir performans sergiledi. Bir dans aşığı olan Prenses Caroline’in tılsımlı değneğiyle hayata geçen bu dans platformu ve ona özel Grimaldi Forum binası, Prensesin ve eşlikçilerinin ziyaret haberiyle bir anda heyecana büründü. Marcel.li de yerleştirmesinin bulunduğu odada, göğüslerinin ve sırt kısmının üzerine kafasının ve isminin işlendiği, boksörlerin ringe çıkarken giydiği türden siyah giysisi ve boxer’ıyla hazır ve nazır, heyecan içinde Prensesi bekliyordu. Yaklaşık yarım saat kadar bekledikten sonra Prenses, omuzlarına dökülen düz saçları, şık bir manto ve topuksuz ayakkabılarıyla oldukça sade bir görünümle içeri girdi. Acaba bu 40 metrekarelik odada bizim de kalmamıza izin verirler mi derken hızla yaklaşıp aramıza karıştı bile. Marcel.li ise yerleştirmesinin önünde gururla bir boy gösterdikten sonra üzerindeki giysiyi çıkarıp Katalanca konuştuğu menajeri Marta’nın yardımıyla dış-iskeletinin içine giriverdi. Performans sırasında odadaki algılayıcılar etkisiz hale getirilip iş Marta’nın elindeki kumandaya düştü. Marcel.li Marta’ya “numara beş: tai-chi” diyor, Marta beşe basıyor ve bundan sonra Marcel.li mekatronik aletin içinde bedenini tai-chi hareketleri yaptırılmak üzere serbest bırakıyor. Ardından başka numara ve başka sekans. Çene kemiğinin de hareket ettirilmesiyle kimi zaman grotesk bir havayla ağzı kocaman açılıp daha da garip bir görüntü sergiliyor. Her bölümün sonunda da yaramaz çocuk edasıyla “işte bu kadar” dercesine seyircilere gülümsüyor. Seyirciler de bu performans gerçekliğinden sosyal gerçekliğe döndüklerini anlar anlamaz şaşkınlıklarından kurtulup ona gülerek karşılık veriyorlar. Marta’yla aralarındaki ilişki -her ne kadar sunumda öyle bir düzenleme olmasa da- sirk gösterilerindeki usta-yardımcı ilişkisini andırıyor. Ve sonunda Marcel.li “şimdi de folklorik bir şey. Numara yedi: Flamenko” der demez İspanyol naraları ve nidaları atarak seyircilerin ve Prensesin kahkahaları içinde büyük numarasını gerçekleştiriyor.





Performans biter bitmez Marcel.li, daha dış-iskeletinden kurtulmadan Caroline’in eşlikçilerinin soru yağmurlarına tutuldu. Forum’un bu en ilginç, en sıcak ve çelik konstrüksiyona rağmen en ‘insana dair’ yerleştirmesi herkes tarafından oldukça ilgi gördü. Daha önce boş iskeleti, tekerlekli sandalyesiyle seyretmeye gelen kişi aklıma geldi. Belki de bedeniyle başka tür bir ilişki kurabileceği bu yerleştirme herkesten çok onun için ilginçti.





Daha önce sözleştiğimiz gibi herkes gittikten sonra Marcel.li ile yaptığı işler üzerine konuştuk.







İşlerinde teknolojiyi ne amaçla kullanıyorsun?





Buna cevap vermek için önce biraz geçmişimden bahsetmeliyim. Barselona’ya 50 km uzakta bir kasabada yaşıyordum. Yaşam orada öylesine gelenekseldi ki 60’larda 70’lerde sanki hala 19. yy’daydık. Kendime bir yol çizmeliydim. Güzel Sanatlar ilgimi çekiyordu. Biyoloji de öyle. Ama biyoloji eğitimi çok uzun ve zor olduğundan Barselona’ya gidip Güzel Sanatlar okumaya karar verdim ve bu seçimimden de çok memnunum. Daha sonra kasabamdaki arkadaşlarımı da Barselona’ya çağırdım. Daha önce birlikte çeşitli eğlenceler düzenlemiştik. Müzikal-teatral bir grup kurmaya karar verdik. Daha sonra çok önemli bir topluluk haline dönüştü: “La Fura dels Baus.” Gösteri sanatlarına bir yenilik getirdik. O dönemde, tiyatro sadece metne ve diyaloglara dayanan, hatta folklorik unsurlar taşıyan bir alandı. Bu benim pek de tercih ettiğim bir tiyatro anlayışı değildi. Çok daha geniş bir anlatım dili barındırabilirdi. Dans ve performans unsurları katmak ve nesnelerin diline de yer vermek mümkündü. İlk oyunumuz kolektif bir çalışmaydı. Tepkiye dayanan bir gösteri anlayışıyla halkla aramızda yeni bir ilişki kurduk. Etkileşim gösterimizi her defasında yeni bir yerlere götürüyordu. Hatta gösteriler kolektif bir vahşete dönüşüyordu.





Yerleştirmelerindeki gösteri niteliği de tiyatro geçmişinden kaynaklanıyor.





Aslında bir tiyatro grubundan çok kendine özgü ifade biçimi olan bir sanatçılar topluluğuyduk. Bir oyunda her gece bir arabayı hurda haline getiriyorduk. İç güdüsel bir jest kullanımı ve özel bir mekan yaratma anlayışımız vardı. Halkla ve tiyatro tarihiyle özgün bir ilişki kuruyorduk.





Toplulukta da yeni teknolojiler kullanıyor muydunuz?





Evet. Her ne kadar 92’den beri kendi işlerimde yoğun bir şekilde teknoloji kullansam da “La Fura dels Baus”’ta da teknolojik düzenlemelerde bulunuyorduk. Sahnede hareketin müzikle denetlendiği robotlar kullanmıştık. O dönemde bunu yapmak zor bir işti. Bilgisayarın aynı anda hareket, ses ve ışık gibi bir çok işi denetleyebilmesi ilgimi çekiyordu. Teknolojinin sanatsal kompozisyona bile yeni olasılıklar katabileceğini fark ettim.





Yeni teknolojilerin algıyı nasıl dönüştürdüğünü düşünüyorsun?





Konuşma yoluyla bir algılama yöntemi egemenken 20. yy’da fotoğraf ve sinema teknikleri bambaşka bir algılama getirdi. Fiziksellik daha önem kazandı. Bir hikayeyi dil yoluyla anlatmaktan çok, beden üzerinden hareket yoluyla görsel olarak ifade etme biçimleri geliştirildi. Ben teknolojiyi, hareketi kapsamlaştırarak yeni bir algılama yöntemi getiren bir araç olarak ele alıyorum. Yazı, müzik, fotoğraf, sinema teknikleri derken şimdi artık özellikle dokunma duyusu yeni deneyimlerin kapısını açıyor. Bu amaçla, sıfır yerçekim ortamında parabolik uçuşlara katıldım. Bu uçuşları, bedenin bulunduğu ortama göre algının nasıl bir yapılanmaya gittiğini araştırmak adına gerçekleştirdim.







İlk görüşte Stelarc ile aranızda, bir makine-estetiği sergilemeniz açısından çok benzerlik var. Çelik ve kabloları fazla fazla kullanmanız, dış-iskeletler tasarlamanız, sıfır yerçekimiyle ilgilenmeniz, cyborg bedeni oluşturmanız gibi…





Stelarc ile aynı organizasyonlarda yer aldık. Benzeştiğim yönlerimin olduğunu kabul ediyorum. Benim için o gerçek bir usta. Yeni teknolojilerle oluşturulan performansların öncüsü. Yaptıklarına sonsuz saygı duyuyorum. Ancak ben bedenin “obsolete” (geçerliliğini kaybetmiş) olduğunu düşünmüyorum. Çalışmalarımda özellikle duygulara ve belleğe önem veriyorum. Ben cyborg olgusuna böyle yaklaşıyorum. Bu bir tercih meselesi. Ben, duyguları, arzuları, cinselliği, korkuları öne çıkaran bedensel bir teknolojik donanımı savunuyorum. Stelarc ise bedenin bu yapısından sakınıyor.





Ben bu görüşme için teşekkür ediyorum. Sonra Grimaldi Forum’un en üst katına çıkıyoruz. Ama Prenses Caroline adına verilen kokteyli bu arada kaçırmışız. Biz de terasta denize karşı oturup sohbete devam ediyoruz.







İzlenimler…



Stelarc’la da ISEA 2000 (International Symposium on Electronic Arts) sırasında Paris’te tanışma fırsatım olmuştu. Benzeşen yönleri çok fazla:



İkisinin de yaptıkları işlerle kişilikleri arasında dağlar kadar fark var. İkisi de birer “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde” örneği. Ayrıca birer laboratuar çalışması niteliğindeki projelerinde, kendi bedenleri üzerinde deneylerde bulunmaları kendi kendilerine “Dr. Frankenstein”cılık oynamaları gibi. İkisinde de kendilerine oyuncaklar tasarlayıp bunlarla eğlenen çocuk edası var. İkisi de hareketlerin dışarıdan yönetildiği beden projeleri oluşturuyorlar. İkisi de sıfır yerçekimindeki bedenle ilgileniyor. İkisi de güzel sanatlar eğitimi almış. İyi resim yapamayacaklarını anlayınca performansa yönelmişler. İyi de yapmışlar.





Stelarc’tan ayrıldığı noktalar da var tabii:



Marcel.li’nin çalışmalarında daha insani bir taraf var. Onun için duygular bedenin ayrılmaz bir parçası. Duyguyu tetikleyen cinsellik ve ölüm gibi temalar çalışmalarının temelini oluşturuyor. Oysa Stelarc bedeni sadece teknolojiyle ilişkiye girebilecek biyolojik bir makine olarak algılıyor. Onun için duygular, nöronların elektrik yoluyla harekete geçirilmesinden başka bir şey değil. Bedenin psikolojik durumundan özellikle sakınıyor. Çünkü Stelarc’a göre beden ancak öznelliğinden kurtulduğunda teknolojik donanımla tam anlamıyla birleşip kendini aşabilecek. Buna paralel olarak Marcel.li fütüristik ama aynı zamanda grotesk yeni bir mit oluştururken Stelarc belleksiz beden kavramı üzerine çalışıyor. Marcel.li topluluk geçmişinden dolayı gösteri sanatlarındaki ihtişama daha yakın, Stelarc ise minimal görsel sanat anlayışına. Ayrıca, Stelarc, 27 kez bedenine kancalar geçirerek -fotoğraflarına bakarken bile içinizin cızz ettiği- “asılma” performansları gerçekleştirmişken Marcel.li bu asılma fikrini bir dış-iskeletin içinden yapıyor ve sıfır yerçekimi deneyimini astronotların eğitiminde kullanılan parabolik uçaklarda gerçekleştiriyor.





Her ne kadar çılgınlık gibi gelse de gelecek bu “çocuk”ların elinde.





Monaco, 16.12.2004





No comments: