DİLEK EVGİN DANS PROJESİ “3”
Soru sormayı bilenlere göre bir dans gösterisi
Aylin Kalem
26 Nisan’da İŞ Sanat’ta sergilenen Dilek Evgin Dans Projesi “3” , İstanbul’da zar zor sahne bulabilen ender proje topluluklarından biri. İstanbul’da dansa uygun sahnelerin olmamasından dolayı Türk modern veya çağdaş dans örneği izleme olanağını çok az bulabiliyoruz. Üzerinde konuşma fırsatını da… Oysa üzerinde düşünmeye ve konuşmaya değer projeler üretiliyor.
Koreografı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi – Devlet Konservatuarı Bale Ana Sanat Dalı Başkanı Prof. Dilek Evgin olan bu topluluk bir “proje topluluğu”. Diğer bir deyişle, dansa ve genel olarak sanata yapılan maddi ve manevi desteğin azlığından kaynaklanan bir oluşum. Proje topluluğu üyeleri, hızlı İstanbul yaşamının içinde yoğun çalışma programlarından arta kalan ya da kalmayan zamanlardan zaman ve mekan üreterek yaratmaya çalışıyorlar. Zorluk orada da bitmiyor, bu noktada sahnesizlik başlıyor. İstanbul’da yer alan tek tük konser salonları, her ne kadar da dansa elverişli olmasalar da proje topluluklarına –eğer şansları varsa- yılda bir-iki kez sahneleme olanağı sunan tek mekanlar.
“3” adından da anlaşıldığı gibi üç bölümden ve üçlü bir kavram etrafında oluşan bir dans çalışması. Bölümler bireyin “ben”le, “sen”le ve “o/onlar”la olan ilişkisini sorguluyor ve sorduruyor. Çok sade bir anlatımı var. Sahne üstünde her bölümde, o bölümün içindeki temayı vurgulayan tek bir nesne var. Bu nesneler, insanın doğumundan itibaren kimliğini ve ilişkilerini belirleyecek “ben-sen-o/onlar” kavramları arasında gidip gelen soruların nesneleri.
İlk bölümde yer alan ‘bebek’, insanın ‘ben’le olan hesaplaşmasını, ‘ben’i oluşturan yapıları ayrıştırması/parçalaması sürecini ve bu işlemin yıkıcılığını, aynı zamanda da kaçınılmazlığını yansıtıyor. İDOB baş dansçısı Arkın Zirek’in dansettiği bu solo bölümde, sahne üzerinde kolu kafası koparılan oyuncak bebek oldukça rahatsız edici ama bir o kadar da uyarıcı bir imge. Bu bölüm insanın kendisini sorgulamasının yıkıcılığı kadar, süreç başladıktan sonra geri dönülmesi imkansız çekiciliğini de vurguluyor.
İkinci bölümde ise bireyin ‘sen’le olan ilişkisi, göbek bağını simgeleyen elastiki bir bağla Canan Şadalak’ın etkili solosunda yansıtılıyor. Deneyimli dansçının devinimlerinde özgürlük kavramının karmaşıklığı ve belki de imkansızlığı, yaşamın yine de bu kavram üzerinde odaklanması, bu bağı koparma ve kurtulma isteği, boşa çabalama ve aidiyet kavramı kafamızda sürekli sorular üretiyor.
Üçüncü bölümde sahne üstünde yer alan kanepe sosyal mekanı simgeliyor. Dış dünyayla iletişime geçilen sosyal alan, bireyin ‘o/onlar’ ile olan ilişkisi. Karşılaşmanın, anlaşmanın, rekabetin alanı. Sahne üzerinde altı dansçı, bireyin yaşamında gittikçe karmaşıklaşan ilişkiler ağlarını güçlü dans teknikleriyle sergiliyorlar.
Üç bölüm arasında yer alan Can Evgin’in hazırladığı kısa filmler ise parçaları birleştirme ve bağlantılar kurma açısından oldukça başarılı. Filmde bedenin içinin gösterilmesi ve acıyı çağrıştıran ürkütücü tıbbi alet sesi, bu gelişin kolay olmadığını vurgulamakla birlikte, yolculuğunun ta bu ilk aşamasında bile bireyin gözlemlendiğinin ve denetlendiğinin habercisi gibi. Bebeklerin tasarlandığı günümüzde, bu tıbbi denetim çağrışımlarının ardından bütün gerçekliğiyle sergilenen T.C. kadın kimliği, insanın doğduğu ilk anda onun için tasarlanmış sosyal bir kimliği giydiği gerçeğini sade ve çarpıcı bir biçimde dile getiriyor.
Koreograf Dilek Evgin’le proje topluluğu, üretim süreci ve Türkiye’de dansın geleceği üzerine konuştuk.
Aylin Kalem: Proje Topluluğu’nun sizin için getirdikleri ve götürdükleri nelerdir?
Dilek Evgin: Bir dans topluluğunu finanse etmek, onu yaşatmak çok zor. Üretmek de istiyorsanız, belli dansçılarla ancak belli zamanlarda bir araya gelebiliyorsunuz. Bu da ancak proje topluluğunda olabiliyor. Sürekli gösteri yapma olanağımız olmuyor belki ama hiç değilse o yaratıyı gerçekleştirebilme olanağını sunuyor. Ben ilk proje topluluğumu Türkuaz Dans Topluluğu kapandıktan sonra gerçekleştirdim. Ama Türkiye’de çok sayıda dansçı yetişmediği için ve biraz da galiba benim tercihim doğrultusunda hep aynı dansçılarla çalıştım. Çünkü proje topluluğu için böyle bir gereksinim doğuyor. Topluluk olduğunuz zaman çok daha uzun saatler dansçılarla bir arada olabiliyorsunuz. O koşullar içinde eser üretebiliyorsunuz. Ama kısa dönemler için bir araya gelince birbirinizi çok iyi tanımanız lazım ki işin hem heyecanı yüksek olsun hem de iyi olsun. Onun için ben uzun süre birlikte çalıştığım dansçıları tercih ediyorum.
Türkiye’de popüler olmadığı durumda dansta bir şeyler yapmak çok zor. Dans, maliyeti çok yüksek bir iş. Birincisi, dansçı çok uzun sürede yetişiyor, eğer iyi bir dansçı kullanmak istiyorsanız. Bir eserin bir yerde prova edilmesi, ortaya çıkması, sahnenin bulunması, insanların başka işlerinden size ayırdıkları zaman çok değerli. Bunlar üst üste gelince çok pahalıya mal oluyor. Dünyada en büyük topluluklar bile kendi sahnelerinde dansettikten sonra uzun turneler çıkıyorlar. Türkiye’de bir de böyle bir açmaz var. Proje toplulukları yurtdışında da zorlansa, yine de sahnelemek için daha çok imkanları var. Alternatif mekanlar var: sinema salonları, dinsel mekanlar, renove edilmiş fabrikalar… Biz de dansa uygun böyle oluşumlar gerçekleşmediği için turneye çıkmanız da adeta imkansızlaşıyor. Finansman güçlüğü de var. Bu ancak özel sektörün büyük ölçüde desteğiyle düzelebilecek bir durum.
İstanbul’da var olan sahneler zaten belli. Ben yirmi beş yıllık eğitimci ve sanatçı olarak bütün bu sahnelerin yöneticilerine yalvardım, bir tek gün oynayabilir miyim diye. Bunu söylerken utanıyorum. Halbuki dans, bence seyirciye en kolay ulaşabilen sanat dalı. İçinde renk var, müzik var, eylem var, bir durum var. Mutlaka birebir dansı çok derinden anlamanız gerekmiyor. Bir noktada birleşebiliyorsunuz. Mesela geçen yıl “3”ü oynadığımızda seyircilerden bu tür tepkiler aldım. Filmde nüfus kağıdı çıktığında, üzerinde yazılı olan doğum tarihini görüp aynı yaşta bulunan üç ayrı insandan kendilerine de aynı türden sorular sorduklarını belirten çok ilginç mektuplar geldi. Demek ki dans da seyirciye ulaşabiliyor.
A.K.: “3” dansçılarla mı oluşturduğunuz bir proje yoksa önceden hazır olan bir projeyi bu dansçılarla mı yapmayı seçtiniz?
D.E.: İkisi de var. Daha da önemlisi –belki komik bir laf olacak ama- yaşım kemale erdiği için bu projeyi gerçekleştirdim. Yaşanmışlığın insana kazandırdıklarını veya kaybettirdiklerini fark etmeye başladığınız bir yaşta bunları daha iyi hissediyorsunuz. Ben öyle hissettim, kendi adıma.
A.K.: Çok soru soran ve seyirciye de soru sorduran bir çalışma.
D.E.: Evet. Benim yapımdan kaynaklanan bir şey. Ben çok soru sorarım kendime. Ne nedir, niyedir, neden böyle oldu gibi. Evet canınızı acıtır belki o soruları sormak ama cevabını bulduğunuzda da yeni pencereler açılır. Bir de belki de yirmi beş senedir eğitimci olarak çok çeşitli öğrenci ve dansçıyla beraber oldum ve gördüm ki toplumumuzda soru sorma kavramı yok. İnsanlar bırakın karşılarındakine kendilerine soru sormuyorlar. Aman kimse incinmesin darılmasın diyerek olayların arkasına saklanıyorlar. Ben hep soru sormaktan yana oldum. Türkuaz Dans Topluluğu’ndan sonra ilk kez “ki Yalnızdılar” diye bir dans projem oldu. Yıllar sonra yine gerçekleştirmek istediğim bir proje. Bu projede iki kadın ve iki erkek dansçıyla çalıştım ve projenin başlangıç aşamasında onlarla tek tek seanslar yaptım. Onlara kendilerini en yalnız hissettikleri anlar nelerdir sorusunu yönelttim. Önce hiçbir şey söylemek istemediler. Çok uzun süre sonra bir yerde bir kırılma noktasına geldik, aynı doğaçlama dans çalışmalarında olduğu gibi. O kırılma noktasından sonra ortaya çıkanlar dehşet vericiydi. Ve böylece o bütün anlatılanlar benim projenin çıkış noktası oldu. Herkesin kendi yalnızlık durumuyla yola çıktık. İlhan Usmanbaş’ın canlı olarak çalınan bir eseri eşliğinde önce iki kadın dansetti. Sonra aynı bölümü iki erkek dansçı dansetti ve birebir adımlarla. Tabii bambaşka bir şey ortaya çıktı. Sonra dansçılar seyircilerin arasına gidip seyircilere “sizce yalnızlık nedir?” diye sordular. İnanılmaz komik cevaplar oldu, soruyu çok dramatik ele alıp uzun cümlelerle anlatanlar da oldu. Sonra bir erkek ve bir kadın dansçı sahneye geri döndüler ve aynı dans parçasını bu kez müzik yerine seyircilerin kaydedilen cevapları eşliğinde dansettiler. Bizim kendi yalnızlıklarımız seyircinin yalnızlıklarıyla birleşti. Önceden yapılmış bir kurgu yoktu, fakat öyle cümleler hareketlerle öyle anlarda birleşti ki insanı korkunç silkeleyen görüntüler ortaya çıktı. İki gün üst üste oynadık, sanki bambaşka iki eserdi. Ve bir kez daha inandım ki soru sormak çok önemliydi. Aradan yirmi yıl geçti ve bu eseri yine ele almak istiyorum. Çünkü bir nesil atladı ve ben bu neslin yalnızlıkla ilgili cevaplarını çok merak ediyorum.
A.K.: Peki, “3”ü oluştururken de dansçılarla önceden böyle bir proje oluşturma aşamasından geçtiniz mi yoksa sizin kafanızda oluşmuş bir proje miydi?
D.E.: “3” benim kafamdaydı tamamen. Özellikle “3”ün orta bölümü ki en çok soru yönelten de o bölüm. Benim çok yapmak istediğim bir projeydi.
A.K.: Bölümlere baktığınızda, aralarında sanki çizgisel bir anlatı bağı varmış gibi gelse de, asıl duruşları sorulara farklı açılar getirmeleriyle belirleniyor gibi.
D.E.: O bir yerde galiba benim de fotoğrafım. Kendi yaşamıma baktığımda o soruları sorduğumu fark ediyorum. Ayrıca provalarda fark ettiğim ve bana ilginç gelen bir şey var. Bu bölümler farklı farklı zamanlarda oluşturuldu. Fakat beden dili bakımından bilinçaltına yerleşmiş çok ortak noktaları var. Hemen hemen aynı beden tavrı, fakat çok başka bir duruşu ifade ediyor. Bunu bilerek yapmadım benim için de sürpriz oldu.
A.K.: Seyirci eleştirel bir gözle bir çalışmaya baktığında, analiz ettiğinde, kendi birikimi doğrultusunda kendisine anlamlı gelen birçok unsur bulabiliyor ve bunları kimi zaman tutarlılık içinde birbirine eklemleyebiliyor. Tabii, bu aslında seyircinin neyi görmek istediği dolayısıyla algısındaki seçicilikle ilgili, ama yine de insan ister istemez şu soruyu soruyor. Her ne kadar her koreografın yaratım yöntemleri farklı olsa da, belli bir analiz yöntemiyle mi yoksa içgüdüsel yaklaşımla mı iş çıkartılıyor? Koreograf çalışmasını tamamladıktan sonra, yabancılaşıp analizini sonra gerçekleştirebiliyor. Her ne kadar da içgüdüsel olarak bir proje oluşturulsa da birikimden kaynaklanan mantığa dayalı bir bağ da oluşuyor, kimi zaman.
D.E.: Evet. Ben bunu kendimde kesinlikle söyleyebilirim. Ve şunu da seziyorum: o sırada yaşadıklarım fotoğraf gibi orada. Orada sahtekarlık yapamıyorsunuz. Bence başka türlü de olamaz. En azından benim için bu böyle. Bazı koreograflar daha çok fiziksel aktivite üzerine odaklanabilir, yeni hareketler arayışında olabilir. Benim için masal anlatmak değil ama, soru sormak ve duyguyu ifade etmek çok önemli. Bir kere müzikle birleşmek durumu var. Sessiz bölümlerim de var, ama o sessizliği istiyorum. Neden sessizliği istediğimi açıklayamıyorum belki ama istiyorum. O kontrolüm dışında gerçekleşiyor. Bazen de bir yerde takılıyoruz. Günlerce hep aynı bölüm üzerinde çalışıyoruz. Dansçının o bölümle ilgili mutsuzluğunu da hissedebiliyorum. Bu da birbirimizi çok iyi tanımamızdan kaynaklanıyor. Bazen de birdenbire ortaya bir bölüm çıkıyor ve herkes müthiş bir duygu seli yaşayabiliyor.
A.K.: Dans stilinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Estetik sizin dans anlayışınızda ne kadar önemli?
D.E.: Ben klasik balede çok yoğunum. Öyle yetiştim, öyle dansettim ve yirmi beş yıldır eğitim veriyorum. Bu çizgiden çıkmama imkan yok. Benim bütün ana hatlarımı belirliyor. Bedenime sekiz yaşımdan beri öyle oturmuş ki otomatik olarak ben o tavrın içinde hareket ettiğimi düşünüyorum. Tabii ki bir “Kuğu Gölü” yapmıyorum ama, ben o eğitimi, o görüyü almış bedenlerle çalışmayı tercih ediyorum. Onu almış ama sizin istediğiniz her şeye cevap verebilen, kimliğini ortaya koyabilen dansçıyla çalışıyorum. Kendi stilimi açıklamam benim için çok zor. Belki başkalarının söylediklerini ifade edebilirim. “Ki Yalnızdılar”ı Almanya’da dans ettik. Orada bana yaptığım işte dans tiyatrosu tavrının var olduğunu ancak dans tekniğinin daha fazla önde olduğunu belirttiler. Bu benim bilerek yaptığım bir durum değil, ama bu böyle.
A.K.: İstanbul’da bir koreograf olarak üretmeyi nasıl tarif ediyorsunuz?
D.E.: İstanbul’da yaşamak ve bunun farkına varmak muhteşem bir şey. Bazen dışarıda performans diye yapılan işlere gülesim geliyor. Bir bakıyorsunuz, benim günlük yaşamımda, otobüste, sokakta, evden çıktığım anda yaşadıklarımı sergiliyorlar. Hayatın kendisi bir performans İstanbul’da. Onun muazzam bir getirisi var. Bir sanatçı için bulunmaz bir kent. Çok steril bir ülkede yaşadığınızda bir şeylerin patlayabileceğine inanmıyorum. O yüzden kendimi çok iyi hissediyorum İstanbul’da. Ama aynı zamanda kötü hissettiğim şeyler de var. Dans Türkiye’de çok yeni bir sanat. Böyle olunca hep savaşmak, hep anlatmak, hep seyirci çekmeye çalışmakla geçiyor. Yine de çok yol aldık. Uluslararası İstanbul Festivali inanılmaz bir ivme kazandırdı, okullardaki nitelikli hocalar da. Ama daha da iyi olabilirdi.
A.K.: Türkiye’de dansın geleceğiyle ilgili neler söyleyebilirsiniz?
D.E.: Şu anda bir popüler kirlenmenin içindeyiz. Bu sadece dansa ait bir şey değil tabii. Ayrıca, dans kriterlerini birbirine karıştırmamak gerekiyor. Ama İstanbul’da çok büyük bir potansiyel var. Türk İnsanının beden ritmi güzel . İleride çok güzel şeyler olacak. Ben buna çok inanıyorum.
A.K.: Çok teşekkür ederiz. Yeni projelerinizi sık sık sahnelerde görebilmek dileğiyle…
Dilek Evgin Dans Projesi “3”
Koreografi : Dilek Evgin
Müzik : İlhan Usmanbaş – S. Rachmaninov - Christine Groult
Kostüm : Zepür Hanımyan
Dekor : Kemal Tufan/ Zepür Hanımyan
Işık : Önder Arık
Film : Can Evgin
Ses : Serdar Öztop
Dansçılar : Arkın Zirek, Canan Şadalak, Ahu Özgür Kınoğlu, Özlem Özgen, Evrim Çeliker Gökçe, Elçin Demiröz
Fotoğraflar : Yaşar Saraçoğlu/Can Evgin
No comments:
Post a Comment